Huzurlarınızda yeni romanıyla Caner Alper…
Onu, eşi Mehmet Binay’la çektiği filmlerden de hatırlayacaksınız. “Zenne” ve “Çekmeceler” benim favorilerimdi. Güzel, dokunaklı, derin ve çooook cesur filmler. Haliyle pek çok ödül kazandılar. “Zenne”yle Altın Portakal’da “SİYAD En İyi Film”, “En İyi İlk Film” ve oyunculuk ödülleri, dünya festivallerinde de otuzun üzerinde ödül…
Caner Alper -ki aslında bir endüstri mühendisi- ama sinemaya ve yazıya gönül vermiş bir deli!
Tatlı bir deli.
Komple sanatçı.
Senaryo ya da roman fark etmiyor, o tutkusunun peşinden gidiyor, hep yazıyor, yazıyoooo…
Bir önceki kitabı, “Temiz Aile Çocuğu!” daha önce hiç okumadığımız kadar açık ve damardan yazılmıştı. Bu son romanı da aynen öyle. Otobiyografik öğeleri öne çıkan kurgu bir roman. Şeref Motel’de “Bir dönem mütevazı bir saltanat yaşamış, içi boş bir topluluktu” diyerek, sülalesini ortaya atıp; okuyuculardan, kendi aile ilişkilerini gözden geçirmelerini istiyor.
“ŞEREF MOTEL” SADECE AİLEMİZİ ANLATMIYOR, ÜLKEMİZİN DE BİR METAFORU
“Temiz Aile Çocuğu”ndan sonra “Şeref Motel”le büyük bir ailenin sırlarıyla tanışıyoruz…
-Evet. Baktım, otobiyografik kitabım, “Temiz Aile Çocuğu”nda, aile motelimizin detayları merakla soruluyor, geri dönüp yarım bıraktığım odalardan içeri yeniden girdim ve ortaya bu roman çıktı. Aslında yıllar önce yazmaya başlamıştım. Araya belgeseller, sinema filmlerimiz, Zenne, Çekmeceler ve sonra Lacrimosa girdi. Kısmet bugüneymiş.
Bu kitabın ne kadarı otobiyografik?
-Bütün işlerimde olduğu gibi otobiyografi payı çok yüksek. Ama tabii ki roman kurgusu var. 60’ların ortasında kurulup, 90’ların başında yerle bir olmuş o motel, aslında sadece ailemizi anlatmıyor, ülkemizin de metaforu… Ben daha dinamik bir kurguyla, o uzun dönemde yaşadıklarımızı, aile içi çekişmelerini, tacizi, toplumsal değişimi sürükleyici hale getirmeye çalıştım. Şeref Motel’in sadece sekiz odası var. Her bir odada, ayrı bir yılı, aileden ayrı birinin hikayesini anlattım. Gizli bir belge ise, odadan odaya geçerken, iktidar gibi el değiştirip, bir silah haline gelince, okuyana keyif veren bir roman çıktı ortaya.
Yazarken müthiş atmosferler yaratmayı başarıyorsun. Kitabın ve kurgunun içine girebiliyoruz. Görüyoruz, hissediyoruz kare kare… Mesleki alışkanlık mı? Sinemacı olman ne kadar etkili bunda?
-Ne güzel iltifatlar, teşekkür ederim. Tabii ki sinemacı olmam çok etkili. Dilim, sinema için senaryo yazmaya başladıktan sonra sadeleşti. Daha samimi bir hal aldı. Bugüne kadar yazdıklarımı dinleyenler ve okuyanlar, genellikle ya en yakınlarım ya da rol teklif edeceğimiz oyunculardı… Baktım yarattığım atmosferi seviyorlar, kendilerini akışa kaptırıyorlar, “Bunu sadece senaryoyla sınırlı tutmayayım!” dedim. Sonuçta onlarca senaryo üzerinde çalışıyoruz ama ancak birkaç yılda bir film çekebiliyoruz.
Sinema mı, yazı mı… Hangisi daha tatmin edici?
-Bir anneye, “Hangi evladını daha çok seviyorsun?” diye sormak gibi bu… Ben yazarım. Sinemanın da yazı kısmındayım. Elbette, ön hazırlıklar, provalar, çekimler, montaj aşaması, müziklerin üstüne binmesi, efektlerin yerleşmesi ve sonra, perdede hepsinin bir araya gelmiş halini izlemek çok etkileyici. Amaaaa yine de dönüp dönüp, etkilendiğimiz filmlerin konusunu konuşmaz mıyız? Dolayısıyla, sanırım benim için, en tatmin edici kısmı “yazı.” Ama roman ama senaryo…
Edebiyat nerede duruyor senin için, sinema nerede…
-Ben mutlu bir insanım. Hayatın düşünsel açlığı içinde, beni mutlu kılan en önemli besin kaynaklarım da edebiyat ve sinema. Hiç kimsenin malını, mülkünü, arabasını kıskanmadım. Ama çektikleri iyi filmlere, yazdıkları sıkı kitaplara gıpta ederim bak…
Peki, kolay mı yazarsın, zor mu?
-Ben düzenli ve disiplinliyim. Bir fikre tutundum mu, üzerinde aylarca çalışırım. Eşim Mehmet, yardımcımız Meltem sağ olsunlar, sırtımdan kamçıyı esirgemezler. “Hani, yeni bölüm nerde kaldı?” diye sık sık sorar, beni sıkıştırırlar. Sabah çok erken ya da öğleden sonra uyanınca yazarım. Manzaraya karşı ya da kalabalıklar içinde değil, boş bir duvara karşı yazıyorum. Bir bardak su, bir fincan kahve yeter de artar bile. Birkaç gün yazacağım yeni bölümle ilgili, kimseyle bir şey paylaşmadan düşünürüm. Yemek yaparken, yürüyüş yaparken aklımın bir tarafında hep karakterlerim ve olay örgüsü vardır. Sonra iki-üç gün içinde, ortalama on-on iki sayfalık bölümü bitirip, kabaca düzeltirim. En yakınımda olan dört kişiye sırayla okurum. Eleştiri gücüne güvendiğim Solmaz (Zelyüt) ve Zeynep (Avcı) “Olmuş” derlerse, ikna olurum. Birkaç gün ara verip, yeni bölümün peşine düşerim.
Neden yazıyorsun? O, bir dürtü… Ve geliyor mu?
-“İntikam için yazılmaz” derler ama sanırım yazmak, benim hayatla güreş tutma biçimim. Canımı acıtan olaylara ve kişilere, “Herkese anlatayım da gör gününü!” diyorum sanki. Gazeteci gibi aslında. Tek farkım, anında değil, zaman içinde biriktirip, damıtıp aktarıyorum. Şaşırtmayı, korkutmayı seviyorum. “Şeref Motel”de, “Bir dönem mütevazı bir saltanat yaşamış, içi boş topluluktu” diye, sülalemi ortaya atıp, okuyuculardan kendi aile ilişkilerini gözden geçirmelerini istiyorum. Ha tabii manasız şeref meselemizi de itibarsızlaştırmak!
BU KİTABI… SÖZDE ŞEREFİ İÇİN, OĞLUNUN, KIZININ CANINA KIYANLAR, KARISINA TOKAT ATIP ŞİDDET UYGULAYANLAR OKUSUN İSTERİM!
En çok kim okusun istersin bu romanı?
-Öyle yakınlarım filan değil… Sözde şerefi için, oğlunun, kızının canına kıyanlar, karısına tokat atıp şiddet uygulayanlar okusun! Hangi konuda olursa olsun, ailesinin kendisini kabul etmesi için bir umut bekleyenler okusun ve feyz alsınlar. Hayalim bu. “Şeref Motel”, aynı zamanda yirmili yaşlardaki gençler için bir belgesel gibi.
Heteroseksüel olmayanlar için, insanın hayatının en büyük meselelerinden biri -özellikle de bizim gibi ülkelerde- ailesine, çevresine, cinsel yönelimini kabul ettirmek mi? En modern ailelerde bile bu hala ne kadar büyük bir sorun?
-Cinsel yönelim de diğerleri gibi, aileden kabul görmenin çok önemli olduğu bir mesele. Yakın bir kadın arkadaşım var. Beraber kolejde okuduk. Zehir gibi zekasının yanında, hepimizden daha çalışkandı. Yüz küsür kişilik lise grubumuzu bir arada tutan en önemli bireylerdendir. Dergilere yazı yazar, çeviriler yapar. Tuttuğunu koparır, çok iyi kalplidir ve çok sevilir. Gel gelelim, ailesi, cinsel yönelimiyle ilgili olarak sessizlikte. Onun cinsel yönelimini konuşmuyor, kabul etmiyor ya da hayattaki entelektüel çabasını, “Senden başka kimse yok muydu derginin bu yazıyı isteyeceği?” diyerek sürekli küçümsüyor. Ama arkadaşım vazgeçmiyor…
Çocuğunun eşcinsel olduğunu bildiği halde, bilmezden gelmeler, bizim sosyal hayatımızın bir parçası mı? Bu, bir ikiyüzlülük mü? Yoksa hayatı kolaylaştırmak için bir araç mı? İki taraf açısından da gerçeklerden kaçmak mı?
-Sosyal hayatımızın değil, yalan dünyalarımızın bir parçası bu yok gibi davranmalar, konuşmamalar… İkiyüzlülüğün dik alası…
“Şeref Motel”de olduğu gibi… O yıllarda, ailedeki erişkinler, gençlerin bu halleriyle alay ettiğinde; eşcinsel bireylerin, yine de onlara saygı duymaları, sessiz kalmaları ve yürüyüp gitmeleri beklenirdi. Tacizci bir dayıdan hesap sorulmazdı… Saygı gösterilmesi, susulması istenirdi. Şimdi Allah’tan, bunlar, biraz biraz değişiyor. Hem okullarda hem evlerde gençler daha çok yüreklendiriliyor. Artık susmaları beklenmiyor. Bu meselede herkes sorumlu. LGBTİ birey de ailesi de arkadaşları da. Ben kendi arkadaşlarımı, çalışanlarımı, iş arkadaşlarımı, patronlarımı hep zorladım. “Sektör benim gay oluşumu kaldırmaz!” diyenlere artık katlanamıyorum! Sektör kaldırsın, kardeşim! Benim evimi yapan usta da beraber çalıştığım kameraman da cinsel yönelimimi hep bildi! Onların arkamdan kıkırdamaları için gizlenmedim, alaylarına malzeme olmadım… Geçenlerde bir yer kiralayacağız, emlak işlerinde yardımcı olan kişiye sordum: “Mülk sahibi bizi ne olarak biliyor?” Tadilat konusunda yardımcı olan arkadaşım Yelda dedi ki, “Caner, boş ver. İki ortak diye bilsin, mülk sahibi.” “Hayır, buna bu saatten sonra izin veremem. Ben hayatım boyunca bunun için çaba gösterdim!” diye cevap verdim. Meğer mülk sahibi zaten tanıyormuş bizi, çok da memnun olmuş evi bize verdiğine…
2012’den beri Los Angeles’te yaşıyordunuz…
-Evet. Geçtiğimiz sonbaharda, sıkıldığımızı fark ettik. Trump seçildiğinden beri, ülke sosyal olarak hızlı ve müthiş bir çöküş yaşamaya başlamıştı. Önce oturduğumuz semtten sıkıldığımızı düşündük ama şubat başı bir sabah, “Buradan gidelim!” diye uyandık. O sırada, “Şeref Motel”i bitirmiş, Doğan Kitap’a teslim etmiş, Tennessee Williams’ın “Sırça Kümes” oyununu, günümüze ve Türkçe’ye “Cam Boncuklar” diye adapte etmiştim. Ülkü Duru’yla birlikte onu, Ekim’de sahneye koyma niyetimiz vardı. Aynı zamanda Berlin’den başka bir tiyatro da “Senede Bir Gün” adındaki diğer oyunumu istiyordu. Bir günde özel eşyalarımızı topladık. Evi taşımacılara emanet edip, yola çıktık. Şimdi ağırlıklı olarak memleketim İzmir’de yaşayacağız.
N’apıyordunuz tam olarak Amerika’da?
-Los Angeles’ta yaşamak, müthiş bir sinema okulu gibiydi. Hemen her gün sinema sektöründen birileriyle buluşup bir şeyler konuşup tartışabiliyorsun. Her hafta Amerika prömiyerini yapan on kadar film vizyona giriyor, yönetmen ya da oyuncularıyla sohbet edebiliyorsun. Fakat Amerika’da sinema salonları birbiri ardına iflas ediyor. Sektör, taciz skandallarıyla yeni yönetmelikler içinde boğuluyor. Marvel’ler dışında kimse -hele ki düşük bütçeli, star barındırmayan- sinema filmine yatırım yapmak istemiyor!
BİRKAÇ YIL ÖNCE LOS ANGELES’TA DUYDUĞUM VE ŞAŞIRDIĞIM HİKAYELERİ ARTIK TÜRKİYE’DE DE DUYUYORUM
Kahramanın Cem, ne zaman kendini “tam” hissediyor?
– Şeref Motel, 1994 yılında son buluyor. Kahramanı Cem, üniversiteyi bitirmek üzereyken. Cinsel kimliğini daha önce bulmuş, aşka yelken açmışken… Ama kendisini “tam” hissetmesi, daha önce yaşanmışları ve her şeyi “yazmaya” karar verdiği an…
Biz bir süredir Londra’dayız… Kızımın okulunda “panseksüel” gençler var. Cinsel kimliğini arayan… Henüz kadın mı erkek mi olduğuna karar veremeyen… Keşfetme aşamasında olan… Okul, son derece anlayışlı… Hatta, neredeyse bu çocuklar özel ilgi görüyor… Sen de tanık oluyor musun bu tür şeylere?
-Evet. Daha birkaç yıl önce Los Angeles’ta duyduğum ve şaşırdığım hikayeleri artık Türkiye’de de duyuyorum.
Daha dün İzmir’de bir arkadaşım anlattı. İkizlerinin gittiği okulda, sınıf arkadaşlarının arasında gay ve lezbiyenler varmış. Hatta onlarla önceki yıllarda alay eden birkaç öğrenci de öğretmenleri tarafından sınıftan atılıp cezalandırılınca, okuldaki genel yapı değişmiş. Müthiş bir olay. Bana gelecekle ilgili umut veriyor. Bugün İzmir’de, yarın Afyon’da, seneye Konya’da olacak bunlar, eminim.
DÜNYA BÜYÜK BİR DEĞİŞİM YAŞIYOR, DAHA DA YAŞAYACAK!
Corona sürecinde Türkiye’ye geldin. İki haftayı Gaziantep’te karantinada geçirdin. Bir öğrenci yurdunda. Nasıl hissettirdi? Zorlandın mı?
-Valla, harikaydı! Ümmü Gülsüm Kız Yurdu’nda 14 gün karantinada kaldık. Üç öğün dört kap yemek geldi kapıya, sabah-akşam ateşimiz ölçüldü. Odalar geniş ve rahattı. İnternet hızlı, çalışanlar saygılı ve ilgiliydi. Yediğimiz kebaplar ve baklavalar da cabası. Akşamları belediye bandosu, yurt bahçesine konsere bile geldi, bize moral verdi. Elbette birinci sınıf otel değildi, gün boyu oturduğumuz sandalye tahtaydı, havlular inceydi, gibi mutsuz olmak isteyen için pek çok sebep de vardı. Ama oranın gayet makul şartlarda oluşuna dair paylaşımlar yapınca, röportajlar verince, Amerika ve Kanada’dan pek çok kişi cesaret bulup, tahliye uçuşlarıyla memlekete döndü.
Corona süreci genel olarak ne hissettirdi, hissettiriyor…
-Dünya büyük bir değişim yaşıyor, daha da yaşayacak, sistem başka bir hal alacak. Ama ben umutsuz ya da mutsuz değilim. Bunu, “aşı ya da tedavi bulunur”, “oteller yerine evler”, “işyerleri yerine evden çalışmalar” şeklinde değerlendirmiyorum. Şu mesafe olayı çok gerekliydi… Bütün bu fiziksel yakınlığın, markette sırada beklerken ensene değecek kadar giren kişilerin uzaklaşmasıyla, manevi olarak da rahatlayacağımızı görüyorum. Hayatına karışan yakınlarına, dostlarına, pencereden bakan komşuna da mesafe sirayet edecek diye düşünüyorum. “Git kardeşim öteye!” diyebileceğiz artık…
CORONA BANA, KÜLTÜRÜN, DAYANIŞMANIN VE SOSYAL YARDIMLAŞMANIN HAYATTAKİ EN ÖNEMLİ ŞEY OLDUĞUNU ÖĞRETTİ!
Neler öğretti bu süreç sana?
-Kültürün, dayanışmanın ve sosyal yardımlaşmanın hayattaki en önemli şey olduğunu… Sağlık sistemi olmayan ülkelerin, sapır sapır dökülüp gideceğini… Bilimin üstünlüğünü… Hata yapan bürokratın, bir ulusun geleceğini tümden tehdit edebileceğini de canlı yayınlarda seyrediyoruz…
Son olarak “yeni normal hayat”ın nasıl geçiyor?
-Eskisinden çok farklı değil! Yine kendime özel alanlarda üretmeye devam ediyorum. “Dünya Evi” adındaki yeni bir romanı bitirmeye çalışıyorum. Yazın geriye kalanında onu düzelteceğim. Bodrum Yalıkavak’taki evimizde ve İzmir Alsancak’taki yeni ofis ve evimiz arasında mekik dokuyorum. Özlediğim arkadaşlarımla buluşuyorum. Birbirimize sarılmadan da olsa, hasret gideriyoruz. 30 yıl sonra İzmir gibi olağanüstü bir medeniyete geri taşındığım için çok heyecanlıyım.