Onur Ünlü, nevi şahsına münhasır yönetmenlerimizden. Öykülerini damardan anlatıyor ve insanın kalbine akıyor. Yetmezmiş gibi bazen de kafa atıyor! Kimseye eyvallahı olmayan bir adam. Biraz cins. Ve absürt. Sadece filmleri değil, kendisi de öyle aslında. Bazen dalga mı geçiyor, ciddi mi anlayamıyorsun. Ama herkesin aynı olmaya başladığı bir dünyada Onur Ünlü’nün itirazları, çıkışları, bakış açısı, kafası, insanın ruhuna çok iyi geliyor. Şu aralar oyuncu Hazar Ergüçlü’yle aşk yaşıyorlar. İkide bir magazin basınında haber oluyorlar.
Millet aralarındaki yaş farkına takmış, ne önemi varsa… Benim bu röportajı yapma sebebim, bomba bir roman yazmış olması: ‘Kızçocuğu’. Çok çarpıcı bir hikâye. Kahramanı Ayşe, 12 yaşında tecavüze uğruyor, bir çocuk dünyaya getirmek zorunda kalıyor. Yaralarını kısmen sardıktan sonra da intikamını alıyor. Ünlü, intikamın bir direnme biçimi olduğunu söylüyor. “Ben kindar biri değilim ama bu dünyanın işini, olası bir öbür dünyaya bırakma fikri midemi bulandırıyor!” diyor ve şöyle devam ediyor: “Birisi bana tecavüz edecek olsaydı, öbür dünyada cayır cayır yanacağını bilmek beni rahatlatmazdı! Çünkü ben öbür dünyada değilim. Buradayım. Demek ki meseleyi burada çözeceğiz!”
Veeee Onur Ünlü karşımda… Seni, kimseninkilere benzemeyen filmlerinden tanıyoruz. Bir de şiir kitabın var: “Ah Muhsin Ünlü.” Roman peki? Roman yazmak nereden çıktı?
-Ben Cihangir’de oturuyorum. Eğer bir romanın yoksa, artık Cihangir’de ev vermiyorlar! Ama Cihangir’de oturmasaydım da yazardım. Çünkü denemek istedim. Romanım kahramanım Ayşe, bir süredir vardı. Yazar arkadaşım Mustafa Mutlu’yla bir film hikayesi yapmaya başladık onu. Bir miktar ilerledik de. Ama sonra film olmadı. Ben de Ayşe’yi kaderine terk etmek istemedim. Zaten o da bundan nefret ederdi. Çalışmaya devam ettim. Bir de prensip olarak, yapılması imkansız gibi gelen şeyleri, kafaya takıp, onların üzerine gitmek hoşuma gidiyor. Yoksa vakit nasıl geçecek?
İYİ BİR ROMANIN BALZAC KADAR ŞİŞMAN OLMASI BEKLENİYOR
Ünlü yönetmen Onur Ünlü, yaptı yapacağını, şahane bir roman yazdı: “Kızçocuğu”
Valla roman şahane… Derin, felsefi… Şaşırtıcı… Eğlenceli… Manyak bir tempo… Üstelik film gibi, sinematografik…
-Sinemadan, özellikle de senaryodan öğrendiğim birçok trükü kullandım. Ayrıca yılların filmcilik alışkanlığıyla, resimler üzerinden düşünüyorum. Önce bir şey görüyorum, sonra o gördüğümü yazıyorum. Sonra da yazdığımı çekiyorum. Bu sefer çekmek yerine, gördüğümü biraz daha detaylı anlattım. Tempo ise temel meselem zaten. Film yaparken de öyle. Roman denince, insanların aklına son derece ağır hareket eden bir şey geliyor. Mesela iyi bir romanın, Balzac kadar şişman olması bekleniyor! Oysa Balzac’ın döneminde insanlar, 100 metre’yi 17 saniyede filan koşuyorlardı. Şimdi ise 9 saniyenin altına inmek üzereler! Ben niye oturup bekleyeyim?
Eğlendin mi yazarken?
-Zaman zaman. Ama daha çok şaşırdım. Kimi cümleleri nasıl kurabildiğime şaşırdım en çok! Kendimden korktuğum zamanlar oldu. Mesela o yazdığım şeyi, hangi ara düşünmüştüm? Bahsettiğim şeyi ne zaman yaşamıştım? Kimdim ben… Gibi…
Ne kadar zamanda yazdın?
-Bir roman sayfasını oluşturmak için ortalama 4 saat kadar çalışmışımdır. Kitap 250 sayfaysa, demek ki, en az 1000 saat çalışmışım! Toplam 10 saatte okunup bitirilebilecek bir metin için, biraz fazla gibi sanki. Yeniden okumalar, koca koca parçaları çıkartıp atmalar, dönüp yeniden yazmalar filan da bu süreye dahil değil.
Herkesin uyduruk-kaydırık kitaplar yazdığı, instagram metinlerinden kitap yaptığı bir dönemde, “Roman böyle yazılır”ı mı göstermek istedin?
-Tek bir yanıtla cevap vermek isterim: Estağfurullah! Roman yazmaya çalışırken, ensenizde Dostoyevski’nin soluğunu hissedersiniz, Metin Hara’nın değil.
Peki tecavüz ve şiddet mağduru bir kız çocuğunun hikâyesini yazmak nereden aklına geldi?
-Dünya, bana bir şeyler söylüyor. Ben de durur muyum, yapıştırıyorum cevabı! Ben, filmlerimde, kadın karakterlerin zayıf olmasıyla eleştirildim. O eleştirilere de hep dedim ki: “Gün gelecek, ben de kadın karakterler hakkında bir şeyler yazabileceğim…” Sanıyorum o günler geldi. Bu romana uğraşırken, yazıp çektiğim filmlerden birisi de “Topal Şükran”ın Maceraları adlı bir filmdi. Başrollerde Demet Evgar ve Serhat Kılıç var. Sonbaharda gösterime giriyor. O da bir kadın hikayesi. Ayrıca yine baş karakterinin 14 yaşında olduğu, ama henüz çekmediğim, yine taciz üzerine bir film daha yazdım. Belli ki olup bitenler benim de kalbimi kırmış.
Ne diyorsun sen bu kitapta…
-Kadın-erkek hepimiz, taciz mağduruyuz ve direnmeliyiz diyorum. Zulmü, kaderle açıklayamayız diyorum. Eğer İsa Peygamber olmak iddiasında değilsek -ki hangi üşütük o iddiadadır, onu da bilemem- bize tokat atana bir tane de biz yapıştırmalıyız diyorum. En sonunda ölüp gideceğiz; ama bir fare gibi mi, yoksa insan gibi öleceğiz, buna biz karar vermeliyiz diyorum. Hak edene hak ettiğini söylemek için daha neyi bekleyeceğiz diyorum…
Güzelmiş! Okuyanda nasıl bir his kalsın istiyorsun?
-Tok! Tok bir his kalsın istiyorum. Kitap bittiğinde, derin bir nefes alsın ve en yakınındaki en lanet herifi bulup, okkalı bir kafa yerleştirsin. Bu olursa çok sevinirim!
Sence bu toplum, kadınlara neden bu kadar hoyrat davranıyor? Kadınların gücünü içten içe bildiği ve korktuğu için mi…
-Bence bunların bir halt bildiği yok! Çünkü düşünmüyorlar. Çünkü gelenek varsa, düşünmeye ihtiyacın yok. Ama ortalama bir hödüğün temel motivasyonu, evet, her zaman korku. Diğer hödükler tarafından dışlanma korkusu! Ama hiçbir hödük, bunun gerçek bir nimet ve olağanüstü bir fırsat olduğunu anlayamaz. İnsanların birçoğunun beni sevmemesinden gurur duyuyorum!
Bu dünyanın işini, olası bir öbür dünyaya bırakma fikri midemi bulandırıyor! Ne olacaksa burada olsun, bitsin…
Roman, bir nevi, sokaktaki insanların, itilip kakılanların, yani “ötekilerin hikâyesi.” Kızçocuğu’nun Fikirtepe’de yaşayan siyahi sevgilisi, abisinin gay ve trans çevresi… Neden “ötekilerin romanı”?
-Bak baştan anlaşalım: Onlar ötekiler değil, bizim parçalarımız! “Öteki” dediğin herkes, bizim mütemmim cüzümüz. Biraz evvel bahsettiğim hödükler dahil. O hödükler açısından da ben ötekiyim mesela. Peki ben öteki miyim? Elbette hayır! Ben buyum. Bir bütün olarak, diğer bütünün zorunlu parçasıyım. Vücudunda çok da ilgilenmediğin, hakkında fazlaca düşünmediğin bir organına, mesela pankreasına bir zarar gelirse, seni inim inim inletir. Eşcinselleri, zencileri, travestileri merkeze oturtan bir roman yazdığım için benden daha az vergi almadıkları sürece, ağızlarını kapatıp yazdıklarımı okuyacaklar ve sonra da bir bardak soğuk su içecekler! Onlar için üzgünüm.
Kitapta çok da şiddet var, neyi vurgulamak istiyorsun?
-Hayatta da çok şiddet olduğunu…
“Kızçocuğu”nu sokaktan kurtaran ve büyük harfle “Annem” dediği insan neden Ermeni? Azınlıktan biri olmasının özel bir nedeni var mı?
-Ermenilerin azınlık olduğunu kim söylemiş? Resmi statü olarak onlara “azınlık” denmesinin müsebbibi kimlerse, bu soruyu onlara sormalısın! Ermeniler, kendi dilini konuşan diğer birçok millet gibi, bu ülkenin aslî unsurudur. Sayıları görece olarak az diye, koca bir millete “azınlık” diyemez kimse!
Roman bize, pek çok konuda bilgi veriyor. Tarihi bilgiyle de tanıştırıyor. “Bacıyan-ı Rum” çok ilgimi çekti mesela. Pek bilinen bir kadın çetesi olmadıkları kesin…
-Bacıyan-ı Rum’un, özellikle genç kadın okurlara ilham olmasını çok isterim. Eski Türklerdeki tartışmasız kadın-erkek eşitliğinin nasıl sağlanabildiği üzerine ince ince düşünülmesini de çok isterim. Bu eşitliği, kadın aleyhine darmadağın eden Allah’ın cezası geleneğin kodlarının titizlikle ifşa edilmesini de çok isterim. Ben elimden geleni yaptım.
Bu arada, ne kadar araştırma yaptın yazarken?
-Aslında çok yapmadım. Yazdıklarımın tamamı zaten bildiğim ve yıllardır üzerinde düşündüğüm, düşünürken kullandığım şeylerdi. Sadece zaman zaman maddi hata yapmamak için internetten bir şeylere baktım.
Vişne renkli balta fikri çok çarpıcı… Nereden aklına geldi?
-“Vişne renkli balta”, Ülkü Tamer’in bir şiirinde geçer. Ben var ölmek / istemek vişne renkli bir balta… Ülkü Tamer, en etkilendiğim şairdir diyebilirim…
Bu roman, bir intikam hikayesi. Kahramanın Ayşe, 12 yaşında tecavüze uğruyor, bir çocuk dünyaya getirmek zorunda kalıyor tecavüzcüsünden… Yaralarını kısmen sardıktan ve güçlendikten sonra, intikamını alıyor. Soluk soluğa okuyoruz… Sence intikam, gerçekten, soğuk yenen bir yemek mi?
-İntikam bence bir direnme biçimi. Ben kindar birisi değilim ama bu dünyanın işini, olası bir öbür dünyaya bırakma fikri midemi bulandırıyor! Ne olacaksa burada olsun, bitsin. Birisi bana tecavüz edecek olsaydı, öbür dünyada cayır cayır yanacağını bilmek beni rahatlatmazdı. Çünkü ben, öbür dünyada değilim. Buradayım. Demek ki meseleyi burada çözeceğiz! Bir gün mutlaka…
Romanın mekânı Kadıköy… Beyoğlu bitti, zaman Kadıköy zamanı mı?
-Beyoğlu bitmiş mi? Beyoğlu bitmez. Belki insanlar sıkıldılar, bıktılar ve biraz uzaklaştılar. Ama nasıl diyordu Cemal Süreya: ‘Evet gün geliyor bıkıyorum senden / Ama İstanbul’dan bıkmak gibi bir şey bu…’ Öte yandan evet, romanım Kadıköy’de geçiyor. Çünkü Ayşe, Kadıköy’e çok benziyor.
Anlattığın hikâye çok sert, kan akıyor kitaptan… Ama mizah da eksik değil. Nasıl başardın bunu?
-Annemin öldüğü günün akşamı, evin perdelerinin ne kadar kirlenmiş olduğunu fark ettiğimde, kafamda bazı taşlar da yerine oturdu. Ve kendi kendime şöyle dedim: “İnsanın annesinin ölmesinin en iyi yanlarından birisi de, artık perde asmaktan kurtulacak olmasıdır…”
Filmlerinde olduğu gibi, roman, biraz da absürdün sınırlarında geziyor… Sen de öylesin aslında. Bu nedir? “Onur Ünlü kafası” mı? Var mı böyle bir kafa?
-Umarım yoktur.
Nasıl tanımlarsın sen Onur Ünlü kafasını?
-‘Saçma, zamanla anlam kazanır…’
Kendini ne kadar beğeniyorsun?
-Lisedeyken bir kıza aşıktım. Okul numarası 6’ydı. Sadece 6. Bu yüzden bütün sınavlardan 6 almaya çalışırdım. Ama hep 7 alırdım. 10 üzerinden 7. Bence hiç fena değilim.
Dünyayı umursamayan, iplemeyen, kendi kafasının dikine giden bir halin var… Hikayelerini de canın nasıl istiyorsa öyle anlatıyorsun… Doğru tespit mi?
-Eski bir Zen Budist sözü der ki: “Karnın acıkınca yemek ye. Uykun gelince uyu.” Canım ne isterse onu yapıyorum ve sonuçlarına katlanıyorum. Belirli bir süre sonra da ölmüş olacağım. Durumum budur.
Bu kitabı kendin için mi yazdın?
-Bu kitabı ,bir roman yazmak istediğim için yazdım. Bu, kendim için yazmış olmak oluyorsa, öyle…
Filmlerini seyredenler, romanı okuyacak mı sence? Böyle bir beklentin var mı?
-Umarım filmlerimi seyredenlerden daha çok insan okur. Çünkü kimsenin filmlerimi seyrettiği yok!
Kitap bitince nasıl bir tatmin hissettin?
-Bir süre ağladım. Ayşe’yi çok özleyeceğimi düşündüm. Sonra da bir şeyler yedim.
İlk kime okuttun?
-Tamamen bitmiş halini ilk Hazar okudu.
Çok ortalıkta değilsin ama çok meşhursun, neden sence?
-Bunu ben de çok düşünüyorum. Süper manasız bir durum…
Bu ülkeyle ilgili en büyük şikayetin ne?
-Her şeyden yakınıp da değişim için risk alamayanlar. En çok onlardan şikayetçiyim.
Magazin basınının peşinde olması, genç sevgilinle Hazar ve seninle ilgilenmesi, sık sık haber yapması, sinirini bozuyor mu?
-Bence komik. Biz Hazar’la çok eğleniyoruz. Ama haklarını vermeliyiz, çok iyi haberci hepsi. Geçenlerde “Lahmacun yediler!” diye bir haber yaptılar mesela. Oysa ben bunu, on bir yaşından beri herkesten gizliyordum!
”Bu kız, bu adamda ne buldu?” diyenlere gülüp geçiyor musun? Küfür mü etmek istiyorsun?
-Gülüp geçerken basıyorum küfürü…
Yaş farkı önemsiz bir ayrıntı mıdır?
-Bilmem. Aristo’yla İbni Rüşd arasında yaklaşık 1400 yaş fark var. Ama tanışsalar, birbirlerine bayılırlardı bence.
”Şöhret felakettir” diye düşünenlerden misin?
-O kadar da meşhur birisi değilim canım ben. Dolayısıyla bunun üzerine çok da düşünmedim. Ama bir şey yazarken, insanlar ne düşünür diye düşünme noktasına geldiysen, işte bu gerçek bir felakettir.
Hangisi daha heyecan verici: Yazmak mı, çekmek mi?
-Bence yazmak.
Romanın kafanda filmini çektin mi?
-Bir kısmını. İlerledikçe üşenmeye başladım.
Bu ülkenin sinema tarihine nasıl geçmek istersin?
-“Şöyle şöyle büyük yönetmenlerimiz vardı. Aha bir de bu vardı…” deseler yeter! Zaten öyle diyecekler gibi görünüyor.