HAYAT bu…
Her gittiğin yerde yeniden başlamak… O şartlara uyum sağlamak, her gittiğin yerde yeni biri olmak…
Artık Londra’dayız.
Burası Hindistan’dan tamamen farklı. O renk, o çeşitlilik, o sıcaklık yok, o yerellik de yok. Ama başka güzellikler var. Sonsuz özgürlük ve yeşillik var.
Yeni evimiz kutu gibi. Londra’nın göbeğinde, iki oda bir salon. Küçük ama harika bir parka bakıyor. Sabahları yeşile uyanmak insanın ruhuna çok iyi geliyor. Betûl Mardin’in evi burası. 90’larda bunaldığında soluklanmak için almış. O bir Londra âşığı. Zaten yıllarca bu şehirde çalışmış. İlk önce BBC’de, sonra farklı yerlerde. Onun oğlu, yani benim sevgilim Ömer de liseyi de üniversiteyi de bu şehirde okumuş. Betûl Mardin 85 yaşına kadar her yıl üç ay bu evde kalıyor ve şarj oluyordu. Müzikaller, filmler, yeni kitaplar, sergiler…
Yenilenip Türkiye’ye dönüyordu.
Londra’ya taşınma faslı gündeme gelince bu evde oturalım diye tutturan benim. Çünkü kiralar manyak pahalı bu şehirde. Kalktık geldi. Henüz “Yerleştik” diyemeyeceğim, çünkü tamamen elden geçmesi, yenilenmesi gerekiyor. Öncelikle de eşyalarımızın gelmesi gerekiyor. Evin, “ev” olması, bizim ruhumuzun yansıması gerekiyor.
HEDEFİM OLMAZSA BİTİĞİM BEN!
Birdenbire olmaz ama yaparız!
Bana hayatta hep bir “hedef” gerekiyor. Hedefim olmazsa bitiğim ben! Kendimi plansız, programsız, meşgalesiz, yapılması gereken şeyler olmadan hayal bile edemiyorum. Kimileri sadece “durmayı” seviyor, “hiçbir şey yapmama sanatı” gibi havalı şeyler söylüyor, hayranım onlara. Ben yapamam, ölürüm. Hep şöyle düşünüyorum, “Ölünce zaten uyuyacağım, duracağım. Şimdi koşma zamanı, yaşamı dibine kadar hissetme zamanı. Benim için yaşamak aslında çalışmak, üretmek, hep bir şeyleri oldurmaya çalışmak!” Hayata böyle bakınca da durmak yok, hep koşmak var, bir hedef bitiyor, diğeri başlıyor.
Aslında bol çalışmalı bir yaz geçirdim. Yoruldum mu? Yoruldum. Ama tatmin de oldum. Çünkü kafamdaki hedefe ulaştım, hatta hayal ettiğimden bile iyi oldu İyilik Kolyeleri Atölyesi. Şimdi seneye yaza kadar burada Londra’da birtakım şeyler oldurma zamanı.
*
Ev benim için hayattaki en önemli şeylerden biri. Hindistan’daki otel odasını bile eve çevirdim ben.
Burayı da çevirmem lazım. Ama İstanbul’dan normal bavulumuzla geldik. Allah’tan 6 tane yastık yüzü atmışım bavula. Biraz renklendirebildim, yaşama alanımızı yavaş yavaş eve çevirmeye başladık.
Benim için bir evi oldurmak bazen tek bir objeyle başlıyor. Bir heykele vuruluyorum mesela. O heykele âşık olduğum için bütün bir evi o heykelin evin içinde en iyi şekilde görüneceği halde hayal etmeye başlıyorum. Heykele uyacak renk seçiyorum. Her şeyi o iki-üç renkte kurgulamaya başlıyorum. Sabah akşam duvarları, koltukları düşünüyorum. Gözümü kapatıyorum, yerde ne olmalı, duvarda ne asılı durmalı. Tüm bunları yaparken de çok para harcamayı sevmiyorum, pratik çözümler bulmayı tercih ediyorum. Çünkü bir ev tasarlamak sonsuz bir şey. Sonsuz seçenek var. Paran ne kadar çoksa işler o kadar daha kolay. Ama benim öyle bir param yok. Bence daha keyifli olanı bu aslında. Zorlanmayı seviyorum. Çünkü insan zorlandığında yaratıcı olabiliyor, her şey gani gani varken neden yaratıcı olsun? Ya da küt diye alabildiği şeyin neden kıymetini bilsin? Zorlanmak iyidir.
SEVGİLİMLE GEÇMİŞE YOLCULUK
Eşyaların bir kısmı Türkiye’den gelecek, nasıl olacak henüz bilmiyorum, bir kısmını buradan alacağım. Artık iki üç ay bu meseleyle kafayı yerim ben! Ama sonunda her milimetre karesini fonksiyonel olarak kullanabileceğimiz bir ev inşallah çıkacak ortaya. Hedef bu.
Küçücük evin bir sürü dolabı, gizli çekmecesi varmış meğer. Hepsini tek tek açtık. Kutular, kutular, kutular… Sevgilimle bir tür geçmişe yolculuk yaptık. Netice de annesinin yıllardır gelmediği evi.
Fotoğraflar, mektuplar, anılar… Aaa bir de ne göreyim, benim eski yazılarım, röportajlarım, onlar da çıktı kutulardan. Betûl Mardin okumuş, arşivlemiş, saklamış… Ne mutlu bana…
Yeni bir hayata sevdiğin insanla başlamak kadar büyük bir lüks yok. Her adımda yanımda. Paspas yaparken de, internetten buzdolabı sipariş ederken de… Ve bu çok güzel bir duygu. Ama ne yazık ki bir hafta sonra gidecek, biz bir süre anne-kız kalacağız burada. O Hindistan’daki işlerini bitirip öyle gelecek.
ALYA GERÇEK HAYATI ÖĞRENECEK
İki temizlikçi geldi eve, 8 saat çalıştık hep birlikte, vay anam vay, Türkiye’de neredeyse bir temizlikçinin bir aylık ücreti. Ama yapacak bir şey yok, Londra’da her şey pahalı.
Artık burada farklı bir hayatımız olacak, yardımcımız yok, bizi oradan oraya götüren biri yok. Her şeyi biz kendimiz yapacağız. Alya mesela, çöplerin prensesi oldu. Çöp torbalarını her akşam o indiriyor aşağıya. Artık giydiğimizi çıkarıp atmak yok, masadan yemek yiyince öylece kalkıp gitmek de yok. İş başa düştü. Bulaşık, çamaşır, ütü… Ama seviniyorum. Alya biraz gerçek hayatı öğrenecek.
Hindistan’da bir otelde yaşadığımız için “housekeeping” vardı. Her şeyi senin için birileri yapıyordu, burada kimse yok.
*
Başka dertlerim de var. Türkiye’de zırt pırt usta çağırırsın, hepsi de acayip beceriklidir, şimdi o işler bana kaldı. Evi de boyayacağım, duvarlara resimleri de ben asacağım. Bakalım…
En fenası da 30 kere gelmişimdir bu şehre, ama ne sokak ne cadde biliyorum. Hep birileri almış beni bir yerden bir yere götürmüş. Şimdi çözmeye çalışıyorum. Aplikasyonlara adapte olmaya çalışıyorum. Üç gündür günde 12 km yürüyoruz bu arada. Özlemişim. Hindistan’da yürüyemiyordum. Yeşili de özlemişim. Her yer park. Ve her yer Türk! Amma Türk yaşıyor artık Londra’da. Sürekli Türkçe konuşan birilerini duyuyorsun. Çocuğunu burada okutan okutana…
*
Haftaya Alya’nın da okulu başlıyor. Pek heyecanlı. Normal lise eğitimi de alabileceği ama ağırlıklı olarak konservatuvar gibi bir okula devam edecek. Çünkü çocuğun tutkusu dans, sabah akşam dans etmek istiyor. Bu öyle bir okul. Londra’nın iyi tarafı okul dışında da dans edebileceği pek çok stüdyo var. Okuldan sonra da oralara gidecek.
Sabahları hayalim onunla okula gitmek, metroda ona eşlik etmek. Sonra yürümek, yürümek, yürümek. Ama “Ben büyüdüm, kendim gideceğim” diyor, gıcıklık yapıyor, dur bakalım.
Yeni keşifler yapabileceğim bir yer burası. Ama şimdiden üşüyorum, en güneşli havada bile. Bir de tenim kuruyor, sürekli nemlendirmem gerekiyor. Saçım suyuna yeni alışıyor. Bakalım yağmuru, soğuğu yiyince ne olacak. Gri havalar başlayınca ruh halim ne olacak. Ha unutmadan, evin renklerine de karar verdim: Gri, siyah-beyaz, ahşap rengi ve sarı. Renkleri buldunsa, bir de sana ilham veren heykelin, tamamdır. Gerisi gelir. Heykeli Patmos’dan almıştım, “Bu Londra’da yaşayacağımız eve” diye… Bir çıplak erkek bedeni… Ömer’e benziyor… Şimdi onun etrafına evi örüyorum…
İşte böyle. Londra’da yeni hayatımız başlamış bulunuyor, gelişmelerden sizi haberdar ederim…