Dünya çapında bir fotoğrafçımız var… Mert Alaş. Yıllardır adını duyarım. Bir de ortağı vardır Marcus. Bunlar bir efsanedir, en meşhur dergilerin kapaklarında imzası vardır, dünyadaki bütün celebrity’leri onlar çeker, üstelik onlarla kankadırlar, İbiza’ya giderler, onu yaparlar, bunu yaparlar… Biz de ağzımız açık izleriz. Ben hep merak ederdim, bu Mert Alaş, nasıl Mert Alaş oldu diye. Onunla ilgili okuduğum hiçbir röportajda bu soruların cevabını öğrenemedim, sormamışlar çünkü. Dayanamadım, ben sordum… Şahaneeeee bir adam çıktı. Bomba. Dünya zekisi bir şey. Acayip hızlı. Zehir, zehir. Eğlenceli, esprili… Bayıldım. Kimse boşuna bir şey olmuyormuş. Yarın da önemli bir ödül alıyor. Bütün kalbimle onu kutluyorum. Tabii ki bir sayfaya sığamıyorum, devamı artık salıya…
Sen, bu ülkenin medarı iftarlarından birisin! 20’li yaşlarında Ankara’dan Londra’ya gidiyorsun ve orada kendine müthiş bir kariyer yapıyorsun. Dünya çapında bir fotoğrafçı oluyorsun. Yarın da Londra Moda Konseyi’nin verdiği moda dünyasının en prestijli ödüllerinden biri olan Isabella Blow Ödülü’nü alıyorsun. Tebrikler. Hakkında tonla şey okudum. Ama bir türlü, bunca şeyi nasıl başardığını anlamadım. Şimdi filmi geriye saralım…
– Aa güzelmiş saralım… Olay, Ankara’da geçiyor. Babam asker. Türk Hava Kuvvetleri’nde binbaşı. Annem babamla tanıştığı zaman manken. 60’ların sonu. Siyah-beyaz şahane yıllar. Bana hamile olduğunu öğrendiğinde annem podyumdan iniyor…
Sen bir Ankara çocuğusun…
– Elbette! Ankara müthiş o yıllarda! Ben babama benziyorum. Babam asker ama sanatçı bir kişiliği var, hatırlıyorum, ben çocukken grubu filan vardı. Diğer askerlerle geceler yapılırdı, babam, İspanyolca şarkılar söylerdi. Ama ben 13 iken ayrıldılar. Annemle, anneannemden kalma evimize çıktık. Babam genç emekli yaptı kendini ve Bodrum’da bir restoran ve küçük bir küçük motel açtı. Ben yazları okul kapanır kapanmaz babamın yanında giderdim. Garsonluk yapardım, motelde çalışırdım…
Okul?
– Aslında TED Ankara Koleji’ni kazandım. Tam gittik, kaydımı yaptırdık. Annem dedi ki, “Yarın seni bir yere götüreceğim.” “Nereye gideceğiz anne”, “Konservatuvara!”, “Orası neresi?”, “Sanat, müzik, tiyatro okulu.” Ve annem beni Ankara Devlet Konservatuvarı’na götürdü. Ben hayatımda bu kadar çok müzik aleti filan görmüş bir çocuk değildim. Çok etkilendim. Acayip bir yerdi. Birkaç hoca kulağımı test etti. “İki hafta sonra sınav var, gelsin bakalım!” dediler. Ben girdim sınava ve ikincilikle kazandım. Birincisi de çok meşhur bir müzisyenin kızıydı. Kazandıktan sonra hocalar anneme, “Çocuğunuz çok kabiliyetli!” demişler. Babam TED kolejini istiyordu ama annemle oturduk, konuştuk. Babamdan gizli, kolej kağıdımı iptal edip yırttığımızı hatırlıyorum. Ve ben konservatuvara başladım.
Ne eğitimi alıyordun?
– Çello ve piyano. Sekiz sene eğitim aldım. Sen beni fotoğrafçı sanıyorsun ama ben aslında müzisyenim! Hâlâ evimde çellom ve piyanom vardır, efkarlanınca çalarım.
Annenle nasıl bir ilişkin vardı? Ne kadar yakındınız?
– Çoooook! Hâlâ öyle. Annem enteresan kadındır. Benim hayattaki ilhamım. Ergenliğimde çok zor zamanlar yaşadım. Anneme de yaşattım tabii. Her şeyim aykırıydı. “Küpe takacağım, okula yırtık kotla gideceğim…” Daha bir sürü şey. Kan kusturdum kadına! Başa çıkabilmek, beni koruyabilmek için -şimdi anlıyorum ki- benimle arkadaş olma yolunu seçti. Her şeyi ona söyleyeyim diye benimle suç ortağı oldu. O günden beri de çok yakınız.
O, aslında kendi ayakları üzerinde duran bir Cumhuriyet kadını, değil mi?
– Hem de nasıl! Tanıdığım birçok erkekten daha erkek bir annem vardır! Müthiştir! Türkiye’de yaşıyor ama Londra’da çok yakınımda bir yer yaptım ona. Artık yılın bir kısmını burada geçirecek.
Kaç yaşında?
– Fıstık bir 70’lik.
Seninle ne kadar gurur duyuyor?
– Çooook. Ama kritiklerini de asla esirgemez. Çektiğim fotoğraflara bakıp, “Bu iyi, bu iyi… Bu olmamış!” der mesela. Çok severim o huyunu.
Baba?
– Hâlâ hayatta, hâlâ Bodrum’da. Gittiğimde görüşüyoruz.
Ama annenle daha yakınsın değil mi?
– Tabii çünkü onunla çok şeyler atlattık beraber.
Sen gençken hayallerin neydi, rol modelin kimdi? Ankara’ya sıkışmış kalmış gibi mi hissediyordun?
– Bak ilginç, düşününce şimdi, şunu fark ediyorum: Çocukluğumdan beri hayali bir dünya yaratmışım kendime. İhtiyacım olduğunda, hooop oraya geçiyorum. O yüzden de mesela aile sorunları, boşanma sorunları, Ankara’da olmak, sıkışıp kalmak gibi dertlerim hiç olmadı. Ben hep kafamdaki dünyada yaşadım. Bir de Pollyanna gibi karakterim var. Müthiş pozitifim. Ve neredeysem, oraya adapte oluyorum, üstelik orada mutlu oluyorum. Rol değil, gerçek. Ankara’da da mutluydum, hatta en güzel zamanlarımı orada geçirdim. Ankara’daki arkadaşlarım hâlâ en sağlam, en samimi arkadaşlarım.
Çocukluğundan beri öne çıkan özelliklerin?
– Herhalde tek çocuk olmamdan ötürü böyle hep kalabalıklar olsun etrafımda istiyordum. Beni beğensinler, yaptığım şeyi alkışlasınlar. Giydiğim pantolonu sevsinler. Piyano çalayım, etkilensinler. Böyle bir karakterim varmış. Tabii ancak şimdi yorumlayabiliyorum bunları.
Peki bir rol model var mıydı kafanda? Bir akraba ya da herhangi bir aile büyüğü?
– Annem! Rol modelim de, ilham kaynağım da annemdi! Ben çocukken annem, aynanın karşısında hazırlanırdı. Sol gözüne başka makyaj, sağ gözüne başka bir makyaj yapardı. Sonra tek eliyle bir gözünü kapayıp aynaya gülümserdi ve ondan sonra karar verirdi hangi makyaj daha iyi diye. Ve ben onu hayranlıkla seyrederdim. Korkunç güzel giyinen, tepeden tırnağa bakımlı bir kadındı.
Babanla ayrıldıktan sonra peşine adamlar düşmemiş mi? Yeniden âşık olmadı mı?
– Peşine çok adam düştü. Ama annem o kadar kuralcı, o kadar gururluydu ki istemedi kimseyle beraber olmayı. Adamlar da karşılarında erkek gibi kadın bulunca korktular. Benimle mutluydu annem. Bir şeyleri becermem, başarmam onu hep mutlu etti.
Sen onun eseri oldun yani…
– İlginç bu kelimeyi kullanman. Çünkü biz annemle oturur bir kadeh bir şey içeriz. Bana, “Hayatımdaki tek eserim var, o da sensin!” der. Evet, onun da mutluluğu; köpeği, evi ve benim. Onun hayatıyız. Ama ben annemle, onun benden gurur duyduğundan çok daha fazla gurur duyuyorum. Hiç kimselere değişmem…
CESARET ONUN GÖBEK ADI
Sen çok cesur bir adamsın. Mert Alaş’ı bir kelimeyle tarif et deseler, “Cesaret” derim. O Ankara yıllarında da öyle miydin?
– Evet.
Peki bu özgüven nereden geliyor?
– Benim kendime güvenim her zaman vardı. Sebebini bilmiyorum. İstediğim kıyafeti de hep giydim, kimseden utanmadan. Saçımı mesela, 80’lerin sonunda platin yaptım. Ankara’da olacak iş değil. Öyle kendime özgü bir cesaretim vardı. Ben hep kimselere benzememeye çalıştım.
Hep mi kendin gibi davranan bir adam oldun?
– Evet. Sonradan olan bir şey değil yani. Hiçbir zaman rol yapmadım, başka birisi gibi olmak istemedim. Herhalde DNA’mda, “Ben farklı olmalıyım!” gibi bir şey yazılı. Şimdiki genç jenerasyon hep birilerine benzemek istiyor, benimse en büyük korkumdu bu. Ben hep benzeriz olmak istedim.
Peki konservatuarı nasıl bitirdin?
– Bitiremedim! 17-18 yaşındayken başka şeylere merak salmaya başladım. Sanata, modaya, daha bireysel şeylere… “Ben bir gruba ait olmamalıyım” hissi kapladı tüm benliğimi. Bir orkestrada çello çalarak yaşlanmaktan korktum. Böyle bir gelecek benim için kabus gibiydi. Ondan sonra okulu astım. Tabii annem, “N’apıyorsun oğlum, okula gitmen lazım” dedi. Hocalar aradı annemi. “Mert çok kabiliyetli aman bırakmasın okulu!” dediler. Ama ben kararımı vermiştim, bıraktım. “Ben bir orkestra piyanisti olmak istemiyorum. Başka şeyler yapacağım!” dedim. “Ne yapacaksın” dediler. “Şu anda bilmiyorum ama çok büyük şeyler yapacağım!” dedim.
Ve Londra’ya mı gittin?
– Evet, deli cesareti! Dört aylık İngilizce kursu için gittim. Çünkü en samimi arkadaşlarım Londra’ya kapağı atmıştı, ben de peşlerinden gittim! Sonra tesadüfen moda dünyasından, sanat dünyasından insanlarla tanıştım. Yaşam tarzları, hayata bakışları, vizyonları, kıyafetleri, dinledikleri müzikler her şey beni çok etkiledi. Bir anda fark ettim ki ben kendimi Türkiye’de çok büyük bir şey zannediyormuşum, oysa bir halt değilmişim. Bu, benim için bir dönüm noktası oldu. Ondan sonraki yıllarda kendimi eğittim, kendi açımdan bir kültür devrimi yaşadım.
Biraz aç bunu…
– Özgürlüğü, sanatın özgürlüğünü fark ettim. Duvara çekiç vurarak bir sanat eseri yaratıyorsun ve o eserin müzede sergileniyor. Sanatına, yaratıcılığına saygı duyuluyor. Gençler itilip kakılmıyor, genç enerjisine itibar ediliyor. Bu çok etkiledi. Dedim ki, “Benim burada bir şey yapmam lazım!” Çünkü odaklanmak istediğim şey, içinde var olmak istediğim böyle bir dünya. Annemi aradım. “Ben burada kalacağım!” dedim. O da dedi ki, “Bak, durumumuz belli. Eğer orada kalacaksan, çalışman lazım. Ben Türk lirasıyla İngiliz pound’una yetişemem, seni orada yıllarca oturtamam” Çok da haklıydı. “Tamam” dedim, “Ben burada bir şeyler yapacağım” Tanıştığım insanların birkaçı fotoğrafçıydı. Ondan sonra proje asistanlığı yapmaya ve çekimlere gitmeye başladım. Onlar bir şey çekiyorlar mesela, ben oradan atlıyorum, “Aa orasını neden şöyle yapmıyorsunuz?” Bende de varmış demek ki öyle bir göz. Sonra dediler ki, “Sen niye gelip bizimle çalışmıyorsun?” Ve sonra stüdyolarda çalışmaya başladım. Tuvalet temizledim, yemek yaptım. Çay yaptım. Getir götür işleri yaptım. 22 yaşındaydım.
EVRİM GEÇİRDİM, VE SONUNDA BU ADAM OLDUM
Şu anda kadınların da erkeklerin de arzu nesnesi halindesin. Sadece çektiğin insanlar değil, sen de öylesin. James Dean’in yaşayanı gibisin. Serseri, seksi, kimseyi dinlemeyen, özgüvenli… Ama kendini sanki yeniden inşa etmişsin. Geçmiş fotoğrafların bayağı patates! Şişman, heyecan verici bir fiziği olmayan bir adam…
– (Gülüyor) Aynen! Ben bir proje gibiyim. İnsanoğlunun evrimi gibi bir evrim geçirdim. Baktım Londra’da herkes zayıf, “Ben şişkolukla dikkat çekmek istemiyorum, zayıflamam lazım!” dedim. Zayıfladım ama baktım vücudumda hiç kas yok. Hiç spor yapmamışım çocukken. Dedim ki, “Benim spor da yapmam lazım” Ne bileyim saçımın rengi şöyle, “Şöyle olması lazım” Kendimle oynadım çok. Daha doğrusu evrim geçirdim ve sonunda bu adam oldum.
Vayyy be!
– Gerçekten öyle. 2005 yılında 115 kiloydum. Ve dedim ki kendi kendime, “Benim artık buna bir çözüm bulmam lazım çünkü mutsuzum. İstediğim kıyafeti giyemiyorum, rahat hareket edemiyorum” Öyle doktorlara filan da gitmedim, ameliyat da olmadım. Kendi kendime 44 kilo verdim.
Nasıl yaptın?
– Uyduruk bir kitap var, ‘Southbeach diet’ diye. Onu aldım. Okudum. Sonuna kadar dediklerini yaptım. Aa bir baktım 10 kilo vermişim, şaka gibi. Kitaba başladım tekrar. Üç defa aynı kitapla, aynı rejimi yaptım. Ondan sonra baktım, spor yapmak, hareket etmek istiyorum. Spora başladım. Ben hayat boyu, kafamdaki tilkileri durdurabilecek bir şey arıyordum çünkü kafam her zaman dolu benim. Yattığım zaman da dolu, uyandığım zaman da dolu. İşte o tilkileri durduracak şeyi sporda buldum. Çünkü spora gidiyorsun, bir saat, 1.5 saat kulağına müziğini takıyorsun, ohhh başka bir dünyaya geçiyorsun. Sporla hem medite oldum hem de aynı karşısında çok daha iyi hissettim kendimi.
STÜDYO DA BOYADIM, ÇAY DA YAPTIM… ÇOK PARASIZ DA KALDIM
Mert Alaş Gigi Hadid
Tamam kapağı İngiltere’ye attın ama doğru network’u nasıl kurdun?
– O dönemde tanıştığım insanlardan biri de Marcus’tu, ortağım. Beraber nefis fotoğraflar çekmeye başladık. Tamamen sanatsal… Modayla filan alakası olmayan. Gece yarısı bir kız arkadaşımız vardı Luna, onu arıyorduk, “Luna ne yapıyorsun? Bir fikrimiz var, hadi bizim eve gel. N’olur gel. Tamam, taksini biz ödeyeceğiz!” Gelirdi Luna ve biz sabaha kadar çekim yapardık. Böyle tonla çekim yaptım. Sonra bir gün Philip diye bir arkadaşımız vardı. Buldu evin bir yerinda o fotoğrafları, “Bunlar ne” dedi. “Amaaan boş ver, kendi kendimize eğleniyoruz! Bir şey değil onlar!” dedik. “Yok, olur mu, ben onları bir dergiye götürüyorum” dedi.
Yani aslında fotoğraf sizin tutku duyduğunuz şeydi. Sonra başka bir şeye dönüştü?
– Kesinlikle! Dergilerle çalışmaya başladığımız dönemlerde inanılmaz parasız zamanlar geçirdik. Bir kere o yıllarda fotoğraf çekmek çok zordu. Dijital yoktu. Çekiyorsun filmi, yıkatıyorsun, sonra bastırıyorsun… Yani uzun iş. Ama biz hep çok keyif aldık. Çok güldük, çok eğlendik, müthiş yıllardı.
Senin şu anda yaptığın ne? Sen sadece bir fotoğrafçı mısın?
– Ben sanatçıyım. Fotoğrafçı olarak konumlandırmıyorum kendimi. Fotoğraf da çekebilirim, müzikal de yapabilirim. Mesela şimdi bir moda evine kapsül koleksiyon hazırladım. Dünyanın bir numaralı kozmetik markalarından biriyle sürpriz makyaj ürünleri yaratıyorum. Benim renklerim, benim tarzım, benim kadınım. Bu küçük kıvılcımlar beni çok mutlu ediyor. Ben daha çok bir küratör olmak istiyorum. Bir imzam olsun, bu imzayı beğenenler benden ruj da alabilsin, ceket de, kitap da… Ya da benim dizayn ettiğim bir evde oturabilsin, benim dizayn ettiğim arabayı kullansın… Ben bakış açımı insanlarla paylaşmak istiyorum.
Neden senin tarzına özeniyor erkekler? Sen atlet giyiyorsun, pek çok erkek atlet giymeye başlıyor. Eskiden düşük bir şey olarak görülen atlet, sen giyince başka bir şeye dönüyor. Neden?
– Ayşecim hiçbir fikrim yok. Ben sadece burnumun doğrultusunda hareket ediyorum. Yaptığım işleri bazıları beğeniyor, bazıları beğenmiyor. Ben hayatımda hiçbir şeyin planını yapmadım. “Ben fotoğrafçı olacağım, ben modacı olacağım” demedim. Hiçbir şey planlamadım. Ben sadece gelen rüzgara, yelkeni doğru tutmaya çalışıyorum. Eğer rüzgarın kokusu hoşuma gidiyorsa tabii… Gitmiyorsa da döndürüyorum dümeni. Birazcık hayatla barışık olup bir de kendi fikrine kendi vizyonuna saygı duymak… Şimdi diyeceksin ki, “O oturduğun güzel, şık evinde, şefinle, şoförünle bunları söylemek kolay!” Ama inan bana, ben hep öyleydim. Çok parasız dönemlerim oldu. Stüdyoları boyadım, çay yaptım, yapmadığım iş kalmadı. Ama hiçbir zaman yaptığım o işlerden gocunmadım. Çünkü her zaman içimden ses diyordu ki, “Bir gün olacak bu iş!” Ne olacağını bilmiyordum ama o ses hep vardı. “Merak etme, devam et” diyordu içimdeki ses.
SALI : BABA OLMAK İSTİYORUM
– Evet, şu anda beğeniliyorsun, ilgi görüyorsun… Ama bu da bitecek! O zaman ne yapacaksın? O yüzden kendini neyle beslediğin önemli. İşte ben oradayım şu anda…
– O kadar tempolu, programlı ve ciddi bir hayat yaşıyorum ki, Instagram benim deli yanım. Menajerlerim “Aman yapma şortla çıkma, duduğını büzme, seni partilerden partilere koşuyorsun zannedecekler!” diyorlar. Oysa, tam tersi hayatım. Orası eğlendiğim yer. Nasıl isterlerse öyle zannetsinler. Sürekli ofiste çalışan bir adam fotoğrafı görmekten iyidir.
– Baba olmak istiyorum. Ölümsüz bir sevginin parçası olmak istiyorum.
– Ben çekime başlarken hayalimdeki bir karakterle başlıyorum. Çekeceğim kişiye bir rol veriyorum. Madonna olsa da veriyorum… Uzun uzun anlatıyorum. Bak şimdi sen o olacaksın, o böyle oturur, böyle kalkar, böyle ağlar… Sonra o karakter için kafamda bir film sahnesi hazırlıyorum. Çekim günü de karşımdakinin o rolü üstlenip üstlenememesiyle ortaya çıkan şey de fotoğraf oluyor.
– Sezen’in en sevdiğim şarkısı ‘Geçer’.
– Ben bir Atatürk çocuğuyum!
– Türkiye’nin en çok ruhunu özlüyorum.