“Modern muhafazakarlar”ın Erdoğan’a desteği yarı yarıya düştü

Bekir Ağırdır, röportajının son bölümüyle karşınızdayım… Onu bulunca, dayanamadım pek çok şey sordum.. Kendisine teşekkür ediyorum… Beni çok tatmin eden ve ufkumu açan bir iş oldu. Son bölümü de mutlaka okuyun…

“Modern muhafazakarlar” Erdoğan’ı mı destekliyor? Babacan’ı destekleyenler kimler? Davutoğlu’nu destekleyenler kimler?
-2008’de, neredeyse yüzde 90’ı, evet AK Parti’yi ve Erdoğan’ı destekliyordu. 2008’den bugüne kadar “modern muhafazakarlar” yüzde 10’lardan, 15-16’lara geldi. Şu anda AK Parti’ye destekleri yarıya düştü. Çünkü onların da “makbul vatandaş”ın devlet tarafından belirlenmesine itirazları var. Sadece bizden farklı olarak, onlar bu tartışmaları bizim gibi çok aleni yapmıyorlar. Babacan ve Davutoğlu hareketi de bunun uç noktası. İçlerinde kalamadı bu tartışma ve düdüklü tencere gibi patladı. Günah korkusunun bir takım sapan işlere engel olmadığını, hepimizin reel hukuka ihtiyacı olduğunu, onlar da gördü. Davutoğlu ve Babacan hareketi de işte bu ihtiyaçtan doğdu.

AK PARTİLİ GENÇ KIZLAR ARTIK KAPI KAPI DOLAŞMIYORLAR ÇÜNKÜ BUNUN İLİŞKİ VE ÇIKAR MESELESİ HALİNE DÖNDÜĞÜNÜ GÖRÜYORLAR

“Modern muhafazakarlar” siyasetle ne kadar ilgililer?
-Başta daha ilgililerdi. Türkiye’nin 80 sonrası, hızlı metropolleşme döneminde, cami cemaati ilişkilerden doğan bir örgütlenmeydi. Ama şimdi, bir liderin kumandasında olan bir araç haline dönüşünce, işler değişti. AK Partili genç kızların samimi şekilde, kapı kapı dolaştıklarını hepimizi biliriz. Artık dolaşmıyorlar. Çünkü bunun bir ilişki ve çıkar meselesi haline dönüştüğünü görüyorlar. Dolayısıyla o gençler de siyasetten kopuyorlar. Babacan ve Davutoğlu bunun gerçek ifadesi midir, bütün o oyları onlar mı alır, onu bilmem…

AK Parti, “Dindar gençliği, dindar yapamadı” diye üzülüyor mudur?
-Üzülmez mi? Hala kanırtmaya devam ediyorlar gördüğünüz gibi…

Ama siz, “modern muhafazakarlar”ın içinde bulunduğu durumun, “Dini inanç zayıflıyor” söylemi olmadığını söylüyorsunuz. Bunun üzerinden tartışılmasını yanlış buluyorsunuz. Mesele ne peki? Sadece kentleşme ve metropolleşme mi?
-Kentleşme ve gündelik hayatta dahil olma… Onlar da yurtdışına gidiyorlar, pek çok şey görüyorlar. Onlar da Bodrum’a tatile gitmek istiyor. Onlar da Bodrum’da ev edinmek istiyor. Ki “modern muhafazakar” eğitimleri de gelirleri de yüksek bir kesim, maddi imkan açısından pek sorunları yok. Peki, dert nerede? “Bodrum’a geleceksen, ille de bikini giyeceksin!” dediğimiz zaman sıkıntı var. Ama o da aşılıyor…

TEMEL MESELEMİZ “ORTAK ALANLARI” ÇOĞALTMAK OLMALI

Yani kutuplaşma filan “modern muhafazakarlar”a sökmüyor mu aslında…
-Aynen öyle! Ben gündelik hayat pratiklerinde, “selam mesafesinde” olmak diyorum, buna. Yani aynı kentte, aynı okulda, aynı mahallede, aynı kulelerde, plazalarda çalışmaya başladıkça, birbirini gördükçe, onun da aynı umutları-kaygıları- beklentileri olduğuna tanık oldukça, “ortak alan” çoğalıyor. Türkiye’de temel meselemiz bu olmalı: Temas alanlarını çoğaltmak. İlişki ve diyalog platformlarını çoğaltmak. Ama iktidar, kutuplaşmadan var olan bir zeminden belli bir oy devşirdiği için, bu zemin sürsün istiyor. Aslında CHP de farklı davranmıyor.

ADAM, RÜŞVET YEMEYİ DEĞİL KARISININ ETEĞİNİN KISA OLMASINI NAMUSSUZLUK SAYIYOR!

Türkiye’deki muhafazakarların tek referansı Kur’an mı?
-Değil. Esas referans kaynağı gelenekler. Örneğin kadına şiddet meselesini var eden referanslar, Kur’an’ın emirlerinden kaynaklanmıyor. “At, avrat, silah” diye bir kültürü var, bu insanların. Ve sözde “onur, haysiyet, şeref…” Yani adam, yalan söylemeyi, rüşvet yemeyi değil, karısının eteğinin kısa olmasını namussuzluk sayıyor. Felaket ilkel ve cinsiyetçi bir bakış var. Asıl değiştirmek için uğraşmamız gereken bu.

BİZLER ENDİŞELİ MODERNLER

Bir de “endişeli modernler” var…
-Evet, bizler “endişeli modern”iz aralıklarla. Siz de ben de… Bireysel hayatımızda son derece özgürlükçüyüz. Çocuğumuzun cinsel yöneliminden, sokaktaki hayata kadar özgürlükçüyüz ama “ortak hayata” dair demokrat olup olmadığımız tartışmalı. Çünkü korkularımız var. İktidarın, şeriat getireceğinden korkuyoruz mesela. Ya da Türkiye’de her şey kötüye gidiyor diye yurtdışına kaçmayı düşünüyoruz. “Paramızı Londra’ya, çocuğumuzu Portekiz’e yollasak” diyoruz. Bu, 2008’den beri böyle. Ama giderek bu gidişlerde de bir çözülme var. Bir kısmımız gitti zaten. Farklı rivayetler var ama 300 ile 500 bin arası deniyor. Burada kalanlar da “Kaldık burada, n’apalım” gibi bir gevşeme içindeler, bizim gibi “ortak yaşam” için kafa yoranlar da var.

TÜRKİYE’Yİ KADINLAR VE GENÇLER KURTARACAK

Bu ülkeyi kurtarırsa, çevreye duyarlı gençler ve kadınlar mı kurtaracak?
-Aynen öyle! “Modern muhafazakar”ların ve “endişeli modern”lerin kadınları, gençleri, çevre, kadın ve tüketici hakları için uğraşanları kurtaracak! Çünkü onlar ortak hayatın içinden düşünüyorlar.

Kadına şiddet bir kadın problemi değil, kadının zihnindeki değişime ayak uyduramayan Paçoz erkek problemi!

Ülkede yaşanan “Kadın kıyımı”nı nasıl önleyeceğimize dair düşünceniz nedir?
– Benim gördüğüm şu: İnsanlar giderek ekonomik olarak zorlanıyor, kadının hayata dahil olması artık kaçınılmaz hale geliyor. Ne var ki, kadın cinayetleri artık sadece Anadolu’nun ilçelerinde değil, İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerde yaşanıyor. Nedenine gelince… Çünkü bakın, 2008’den 2018’e kadar geçen on yılda, apartmanda yaşayan insanlar yüzde 30’dan 60’a çıkmış. Apartmana geçmek, o kadınlar için bir devrim. Niye biliyor musunuz? Banyo ve mutfak değişiyor. Kireç badanalı mutfaktan, fayanslı mutfağa ve banyoya geçiyorlar. Yer sofrası, masa üstüne çıkıyor. O andan itibaren, televizyon programlarına bakarak ya da komşusundan dinleyerek, bulgur aşı, bulgur pilavına dönüşmeye başlıyor. Ve evin içinde, kadının rolü değişiyor. Sobadan, doğalgaza geçenler, yüzde 25’lerden yüzde 54-55’lere gelmiş on yılda. Soba ne demek? Soba, etrafında, anne- baba- dede- çocuk bir arada otururken, TOKİ’lerin yaptığı apartmanlarda oturan çocuklarının da artık ayrı odaları oluyor. Yani mahrem duygusu, özgürlük duygusu gelişmeye başlıyor. Yani kadının zihni değişmeye başlıyor…

Kadın değiştiği için mi bütün bunlar oluyor?
-Evet. Tam da bu! Bu, bir kadın problemi değil yani, kadının zihnindeki değişime ayak uyduramayan paçoz erkekler problemi! Problemi yanlış tanımladığımız için de yanlış konuşuyoruz. Dikkat edin, cinayet konularının hepsinde, söz konusu olan, yere ayağı sağlam basan ve “Artık seninle yol yürümeyeceğim!” diyen kadınlar. Onlar öldürülüyor. Çünkü erkek, baş edemiyor. Çünkü hala adamın zihninde, sözde “onur”, “haysiyet”, “şeref” diye yanlış şeyler var. Adam karısını öldürmüş, polis arabasına giderken kameraya bağırıyor, “Namusumu temizledim!” diye. Halbuki aynı adam için, yalan söylemesi, hırsızlık yapması namussuzluk değil. Ama karısının bir erkek arkadaşı var diye, sevgilisi olması da gerekmiyor, o erkekle konuştu diye, onu namussuz sanıyor. Bizim bu zihniyetle mücadele etmemiz gerekiyor. Evet, gelenekleri değiştirmek zor olabilir ama mücadele alanı olarak daha rasyonel. Çünkü dini referansa dönünce mesele; din, tartışmaya açılamıyor. Oysa din meselesi değil bu! Bu sorunu çözmenin yolu da Batı’da olduğu gibi hukukun esas alınması. Ama bizde ne yapılıyor? Hukuku güçlendirmek yerine, referansları “onur”, “namus” olmaktan çıkarıp, Kur’an ayetlerine bağlamaya çalışıyorlar. Bütün Anadolu Liseleri’ni, İmam Hatip’e çevirmenin arkasındaki gayret de bu. Ve tabii ki çok yanlış.

ANKARA’DA KENDİ KULELERİNDE GEREKSİZ İŞLERLE MEŞGULLER

Şu anda Türkiye’de bütün bu konuştuklarımızla ilgili bir yol gösteren bir kurum ya da kişi var mı?
-Sivil toplum hareketleri var. Onun dışında siyasi partiler bunlarla ilgili değiller. Ama iklim değişikliğiyle de ilgili değiller. GDO meselesiyle de ilgili değiller. “Beslenme damarları tıkandı” dediğim o. Ne yeni bilgiden ne yeni bilimden ne yeni kuşaktan beslenmedikleri için, olan bitenin farkında değiller. Ankara’da kendi kulelerinde gereksiz işlerle meşguller. Dolayısıyla gençler bakıyor onlara ve “Bu insanlarla işim olmaz!” diyor. Haklılar da…

KOD ADI: KANYON!



“Dünyada dans eden kadınlarına biber gazı sıkan tek şehir burası. Yüzyılın depremini bekleyip hiçbir şey yapmayan şehir de burası…” dediniz Marka Konferası’nda…
-Doğru. İstanbul, karşıtlıkların şehri. Kod adı da Kanyon. Kanyon’dan çıkıp sola giderseniz, 100 metre sonra Çeliktepe. Sağa dönerseniz, 100 metre sonra Levent. İki ayrı dünya. Çeliktepe’deki çocuklar, fabrikalarında işe girmek için Gümüşhane’den gelmişler. Orada bir mahalle oluşturmuşlar. Kendi içlerinde bir dayanışma ağları vs. var. Geldiğimiz noktada, bu siyasi kutuplaşmalar hayatımıza girdiğinden beri, giderek birbirimize düşman olmamızın nedenini şuna bağlıyorum: Çeliktepelilere, “Bu Leventliler yüzünden sen o nimetlere ulaşamıyorsun!” diyen bir siyaset var. Leventlilere de “Çeliktepeliler gelip senin ananı belleyecek, şeriat getirecek, bilmem ne!” diyen başka bir zihniyet var. Ama o Çeliktepe’deki insanlar da Kanyon’un içinde ne olduğunu görüyorlar. Ve özeniyorlar. Bu iki kesimi de kimse provoke etmese, selam mesafesinde Kanyon’da bir araya gelecekler. Zaten tüm bu kutuplaşmaya rağmen geliyorlar da…

Yani aslında yaratılan bu kutuplaşma olmasa, insanlar kendi haline bırakılsa, bizler huzur içinde de yaşayabileceğiz, öyle mi?
-Evet. Bakın, İstanbul’da 2 milyon Kürt var. Herkesin ağzında bir Kürt lafı var ama tanışınca bir Kürtle, görüyor ki onun da tıpkı kendisi gibi evladıyla ilgili bir kaygısı var. Onun da evindeki sofrasıyla ilgili bir meselesi var. Bunu anlamaya ve temas kurmaya başlıyor. Yeni uzlaşma alanları oluşuyor. İşte siyaset ve medyanın en büyük günahı bu. “Öcü!” dedi her birimize. Bizler, selam mesafesine girip, tanış olacakken, karşımızdakilerin “şeriatçı”, “Kürt bölücü” yada “Suriyeli” olduğuna inandırıldık. Marka Konferansı’nda sordum, “İstanbul’da 40’a yakın Suriye lokantası var. 600 bin Suriyeli var. Kaç kişi gitti, Suriye mutfağını denemeye?” Koskoca salonda sadece 2 kişi el kaldırdı! Hiç mi merak etmez insan? Yani bizim de biraz çaba göstermemiz lazım. Öbür tarafa doğru bir adım atmamız. İlle de bir parti gelecek bunları düzeltecek değil ki…

BİZİM İNSANIMIZIN EN BÜYÜK MAHARETİ BELİRSİZLİK ALTINDA İŞ YAPABİLME KAPASİTESİ

Türkiye’den yurtdışı markalara giden ve küresel seviyede yönetici olan hiçbir insan, özellikle de kadınsa başarısız değil. Niye? Çünkü belirsizlik altında iş yapma kapasitesi bu toprakların insanlarının en büyük mahareti! Bilmem ne bankasının Esentepe şube müdürünü alsak, Kanada’nın en büyük markasına genel müdür yapsak, fasulye kırar gibi yönetir orayı. Kanada’da belirsiz ne var ki… Yok. Bizde ise her şey belirsiz! Bizim insanımızın en büyük mahareti de bu. Bu belirsizlik altında bile direniyor, hayatını sürdürüyor ve işine gücüne devam etmeyi başarıyor!

AKLINI BİR KENARA KOY BENİM ASKERİM OL!

Bir gün siyaseti atılmayı düşünüyor musunuz?
-Siyasi partiler benim gibi insanları içine almaz. Çünkü siyasi partiler, önce sizi şöyle bir süzüyor ve “Bu adam, aklını bir kenara bırakıp, benim liderliğim için asker gibi davranır mı, davranmaz mı?” diye çek ediyor. O kalıba uymadığınız zaman da sizi dışlıyor. Ya da önce alıyorlar, “Abi harikasın, hadi gel!” Sonra, “Abi, siyasetin kuralları var. Böyle davranamazsın!” diyorlar. Yani ille de onlara benzeyeceksin! Eğer devam ederseniz, 6 ay sonra sizin özgünlüğünüz filan kalmıyor zaten. Sıradan nefer oluyorsunuz. Bizdeki siyasetin böyle öğütücü yanı var. O yüzden benim gibi insanlar için hiçbir cazibesi yok. Ama bu beni yıldırmıyor. Yine de zihnim, ülkemin meseleleri nasıl çözülecek konusuyla meşgul. Ben de kendi bildiğim gibi katkı sağlayamaya çalışıyorum…

Yorum

  1. Ayşe hanım Tebrikler çok güzel bir röportaj olmuş, takipteyiz

  2. Harika bir röportaj olmuş. Teşekkürler

  3. işte bu!kendi mecranda doya doya okuyoruz güzel işlerini. iyi ki varsın. eline sağlık

  4. Begenerek ilgiyle okudum. Hatta ise gitmeden bir cagede oturup 3 kisimi da okudum. Ellerinize saglik

Yorum Bırak