Hepinize iyi bayramlaaar. Bu güzel bayram günü, Nil Karaibrahimgil’le karşınızdayım. O, bizim eşsiz, benzersiz Nil’imiz, müziğin özgür kızı… Hayatın şifrelerini çözmeye çalışan simyacımız. Ozanımız, şairimiz, filozofumuz. Hep sevdim ben onu. Sadece sevmedim, hayranlık da duydum. Çünkü Nil, gerçekten kimselere benzemiyor. Öyle bir derdi yok. Akıntıyla akmıyor. Hep kendi başına akıyor. Duru ve saf bir nehir. Gürül gürül akıyor. En çok da kendine akıyor. Başka bir ruh, başka bir enerji o. Nil de olunmuyor, öyle doğuluyor.
Bu ülkede pek çok yetenekli şarkıcı, besteci, sanatçı var. Ama Nil başka, bambaşka. Müzisyen ötesi bir şey. Yıllar içinde onu dinledim, izledim ve pek çok şey öğrendim. Hala öğreniyorum. Corona günlerini, doğada yaşadığı hayatı, müziğini, Serdar’ını ve Aziz Arif’ini konuştuk.
Seni çok seviyorum, Nil. Bize her konuda ilham veriyorsun, yazdıklarınla, sesinle, ışığınla, anneliğinle, aşka bakışınla… İyi ki senin gibi insanlar var. Hayatımızı güzelleştiriyorsun.
BU SÜREÇ HEPİMİZ İÇİN BİR UYANIŞ VE FARKINDALIK OLDU
Corona’da kozanda mıydın?
-Kozamdaydım, evet. Önümüzde, evde geçireceğimiz, sonunu görmediğim, annem babam kardeşimden ve arkadaşlarımdan, stüdyomdan ayrı kalacağım günler vardı. Ben de üçümüzü, içimize katladım. Kendi ruhumu da ılık suya basmaya karar verdim. “Acil” modunda yaşayan biriyim normalde. Ama tuhaf bir şey oldu bu pandemi günlerinde; günlerin karışması, zamanın biçim değiştirmesi bana çok iyi geldi. Ne öğrendim biliyor musun? “Acil” diye bir şey yokmuş. Acil olan tek şey, sağlık ve sevdiklerinin yanında ve iyi olmalarıymış. Gerisi, acil taklidi yapan, suni dalgalarmış! Kozama girdim. Okudum, gitar çaldım, izledim, oynadım, dinledim ve yazdım…
Ah ne güzel anlattın… Peki, nasıl bir koza seninki….
-Bir denizim var. Şarkıların olduğu. Yaptığım her şey, ona ulaşmaya çalışıyor aslında. Yaşadığım şeylerde hep, “Anlatabilir miyim bunu, nasıl anlatırım? Ritmi ne olur, melodisi ne olur, enstrümanı ne olur, şiiri ne olur?” buna bakıyorum. Evde bir çalışma odam var. Virginia Woolf’un “Kendine ait bir oda”sını okuduğumdan beri, bir oda ve bir masa, benim nefes alabilmem için şart. Aziz Arif’e hep okuduğum bir kitap var. Orada tırtıl, anlamadığı bir şekilde, uykuya dalıyor. “Tuhaf, zor ve uzun bir uykuydu bu!” diyor kozası etrafında oluşurken. Koza, ille de banyo gibi rahatlatıcı olmak zorunda değil. Olmayan kanatlarını çıkarmak, kim bilir bedene ne kadar acı verir. Ben aslında hep kozadayım ama suçluluk da duyuyordum. Sanki kendimi dünyadan çekiyormuşum gibi. Ama karantina, bahanesi oldu, yine koza ama suçluluğu yok! Herkes birden evine kapandı, içine baktı, hayatını geçirdiği insanlara baktı. Bu bile, başlı başına uyanış ve farkındalık oldu…
KENDİMİ BİLDİM BİLELİ UÇUŞAN BİR ŞEYİM
Kelebek olarak mı çıkacaksın kozandan?
-Bilmiyorum, göreceğiz etkisi nasıl olacak. Ama ben, kendimi bildim bileli, kanatlı bir canlı olduğumu hissediyorum zaten. Hava burcuyum ve toprak elementim yokmuş. Uçan bir şeyim yani. Uçuşan. Çok da memnunum böyle olmaktan. Boğaziçi’nde okurken, derslere de kanat takıp girerdim.
Öyle şarkılar yapıyorsun ki, tarifi yok, kalbimizden tam isabet… Ve hep samimi… Su damlası gibi şarkılar… Yaşadığın yerin, yani kozanın ne kadar etkisi var bunda?
-Şarkıları hep, kendi hislerimle bağlantıya geçtiğim, nadir sihirli anlar olarak yaşadım. Küçük yaşta, hislerimi şarkı söyleyerek açık ya da kapalı anlatabildiğimi fark ettim. Ve bu, benim başımın üstündeki tavanı uçurdu. Gökyüzüne kavuştum. Öyle bir özgürlük hissettim. Belki kendini herhangi bir şeyle ifade eden, herkes böyle hissediyordur. Kendi terapistin, annen, yoldaşın ve dostun olmak gibi. Şefkatle, ninnisini söylüyorsun yaşadıklarının. İlhamları kaçırmamanın tek kuralı var: Gerçeği söylemek zorundasın! Bir tıp yemini gibi bu yemini edersen içinde, şarkın, mutlaka o gerçeği yaşayanlarla buluşuyor.
EN GÜZEL, EN SAF ŞARKILARIMI KÜÇÜKLÜK ODAMDA YATAĞIN ÜZERİNDE DUVARLARA BAKARAK YAZDIM
Sen doğada yaşıyorsun di mi? Peki, bir gökdelenin tepesinde yaşasaydın, yapabilir miydin o şarkıları?
-Dedim ya, toprak elementim yokmuş, o yüzden belki hayatımdaki her şey topraklı. Serdar -ben onun kanatları, o benim ayaklarım derim hep-, Aziz Arif, en yakın arkadaşlarım ve evim hepsi topraklı. Oradan ve onlarla yere tutunuyorum. Yoksa uçar giderim, kaybolurum. Şehirden doğaya taşınınca herkes, “Yapamazsın sen orada!” dedi bana. Severim çünkü şehri… Kitapçıları, kafeleri, şehrin cıvıltısını, koşturmasını, vitrinlerini, buluşmalarını… Fakat insan, kendini hep şaşırtıyor. Meğer sessizlik, ağaçlar, su şırıltısı, rüzgar, dalgalar, orman, kuşlar, kelebekler, çiçekler, hayvanlarmış bana huzur veren. Gerçi şarkıları gökdelende de yapardım, her yerde yaparım. Şarkıların, dışarıdaki ortamla hiç alakası yok. En güzel, en saf şarkılarımı, küçüklük odamda yatağın üzerinde, duvarlara bakarak yazdım…
SERDAR, “OĞLUMUZU OKULA YOLLAMAYALIM, ÇİFTÇİ OLSUN, TOPRAKLA- HAYVANLA UĞRAŞSIN!” DİYOR. BAKALIM KENDİSİ BUNU İSTER Mİ GÖRECEĞİZ…
Çim, toprak kokusu, çıplak ayak gezinmek, doğa, hayvanlar… Sincaplar, kuzular, tavuklar… Ruhunu nasıl besliyor?
-Ankara’da büyüdüm ben. Çiçeğe, polene alerjim var normalde. Güneşe çıkamam çok beyazım ve ormanlar ağaçlar beni hep korkutur, kaşındırır… Dı… Kampa hiç gitmedim mesela ben. Doğada büyümedim yani. Sonra tanıştım bunlarla… Ve bana, ne kadar iyi geldiğini gördüm! Şehir, arabaya binip gidebileceğin yer olmalı. Bisiklet daha ideal tabii… Şehir, yaşaması zor bir yer. Kendini, sürekli seninle şarj ediyormuş gibi. Karnından, enerjini çekiyor. Doğa ise tam tersi, “Bana bağlan, seni şarj ederim!” diyor.
Oğlun, “Benim annem, babam çiftçi” zanneder mi büyüyene kadar? Böyle bir ihtimal var mı? Şarkı söyleyen bir çiftçi olduğunu düşünür mü?
-(Gülüyor) Valla düşünebilir, ne güzel olur düşünse! Zaten Serdar, “Oğlumuzu okula yollamayalım, çiftçi olsun, toprakla- hayvanla uğraşsın!” diyor. Bakalım kendisi bunu ister mi göreceğiz…
SEN DEĞİŞİRSİN, SEVDİĞİN DEĞİŞİR… ŞANSLIYSANIZ, BERABER DEĞİŞİRSİNİZ!
Kendini bir çiftçinin sevgilisi/ aşığı gibi hissettiğin oluyor mu?
-Çoook. İlk aşık olduğumda tam bir şehirliydi ama meğer, gönlü, doğaya yakın olmaktaymış! Ruhuna iyi gelen şeyler; deniz, bitkiler, dağlar, bulutlar… Dün akşam Aziz Arif’i uyutup, bahçeye çıktığımda, ateş yakmış, uzanmış Ay’ı izliyordu. Doğayla bu kadar diyalog halinde olan birisiyle yaşamak çok güzel. Şimdi de ağaçların halkalarından yola çıkarak, dünyanın hikayesini anlatan bir kitap okuyor. Dünyayı, bir de ağaçlardan dinliyor yani. Sen değişirsin, sevdiğin değişir… Şanslıysanız, beraber değişirsiniz!
BENCE GÜNEŞ’İN VE TOPRAĞIN ZAMANIYLA YAŞAMAK BİZE İYİ GELEN
Rüzgar enerjisiyle işleyen bir ev mi sizinki…
-Evet, bir rüzgar değirmeni koyduk bahçeye, elektriğin çoğu oradan geliyor. Güneş panellerimiz de var. Kendi kendine yeten bir dünya kurmayı hayal ediyoruz. Dünya’yla arkadaş bir sistem.
Kendi domatesinizi, biberinizi mi yetiştirip, yiyorsunuz?
-Evet, elimizden geldiğince kendi yetiştirdiğimiz şeyleri yemeye çalışıyoruz. Arkadaşlarımıza, komşularımıza da dağıtıyoruz… Ağaçlarla ve sessizlikle kuşatılmanın, bana bu kadar iyi geleceğini hiç tahmin etmezdim. Yiyecek konusu zaten çok tartışmalı. Her şey ilaçlı, hormonlu ve antibiyotikli. Böcek ilacı yiyoruz çoğu zaman. Bunu öğrendiğimde, kendi tohumumuzla, toprağımızla uğraşmanın zaten bir gereklilik olduğunu düşündüm. Bence Güneş’in ve toprağın zamanıyla yaşamak bedene iyi gelen.
ŞİMDİ HEPİMİZİN KAFA DİNLEDİĞİ, SESSİZLİĞE İHTİYAÇ OLDUĞUNDA GİTTİĞİ YER OLDU…
Bu hayali ne kadar önce kurdunuz ve gerçekleştirdiniz?
-İstanbul’un ortasındaydı evimiz. Önce sadece hafta sonları gelip gitmeye başladık orman evimize. Sonra o kalmalar uzadı. Bavullar, oradan oraya taşınır oldu. O zamanlar serayı yapmaya, ekip dikmeye başlamıştık. Sonra tümden taşındık…
Sırf bu yüzden bile insan, kocasına yeniden aşık olur! Gerçekten dev bir kütüphane yaptığı doğru mu?
-Evet! Şehirden bu eve taşınırken, sığdırması imkansız olacak şey, Serdar’ın on bine yakın kitabıydı. Mecburen, kümesi, kütüphaneye çevirdik. Şimdi orası, hepimizin evden kaçıp, kafa dinlediği, sessizliğe ihtiyaç olduğunda gittiği yer oldu…
İŞE GİT- GELLER, SPORA GİT- GELLER GÜNÜ YİYİP BİTİRİYORMUŞ MEĞER!
Sen, şehrin hem içinde hem dışında gibi mi hissediyorsun kendini?
-Yok, şehrin içinde pek hissetmiyorum. Karantina öncesi, “Şehre inmeden, üç gün geçiremem!” diyordum. Karantinada, şehri hiç aramadım. O cümlem de doğru değilmiş, demek. İnsan, kendisiyle ilgili hiç geniş zaman cümleleri kurmamalı…
Peki, sence Corona sonrası insanlar çoğunlukla doğada mı yaşamayı mı tercih edecek?
-Corona öncesi ya da sonrası, bence yaşanılacak yer, hep doğaydı zaten. Dediğim gibi, ben evden çıkar çıkmaz koca bir caddenin olduğu bir yerden, kitapçıların, kafelerin, restoranların içinden buraya geldim… Şimdi hiç aramıyorum! Bence Corona sırasında insanlar, kendilerini dört duvardan ormanlara, deniz kenarlarına atmak istedi. Sebebi de doğanın analığı ve şifası. En zor, soğuk günlerde, beni sakinleştiren, ormana dalıp derin nefesler çekmek oldu.
Peki, şehir temposunu özlediğin olmuyor mu?
-Yok ya! Yorucu bir şey o! Sabah, koşarak evden çıkıyorsun, sonra, “Eve ne zaman döneceğim?” diyerek kendini oradan oraya atıyorsun. İşe güce, arkadaşlara, AVM’lere… Yorgun eve gelip, yemek yiyip televizyonda bir şey izleyerek biraz sakinleşmeye çalışıyorsun, sonra ertesi sabah aynı şey… Bence Corona, herkese mesleğini ve yaptığı işi yapma şeklini de sorgulatacak. Bir sürü insan evinde, çocuğunun yanında, gömleğinin altına eşofman çekerek de işlerini hallediyorsa, “Neden taa İkitelli’ye gidiyorum, üç saat trafikte geçirerek?” diyecek. Bunu sorgulayan çok arkadaşım var. Ben kendi işimde bile sorguladım. Eve, mikrofon ve kayıt sistemi kurdum. Stüdyomla buradan da çalışabilirmişim. İşe git- geller, spora git- geller günü yiyip bitiriyormuş meğer.
SEVGİ, ÇOCUĞUNA EN KOLAY VERDİĞİN… HADİ BAKALIM, SAYGIYI VEREBİLİYOR MUSUN?
“Bir çocuk daha yapsan keşke!” diyen pek çok insan olmuştur… Ki gerçekten dünyanın en güzel şeyi annelik… Bir tane daha istemez miydin? Seni durduran ne?
-“Aziz Arif iki yaşında olsun, emzirmeyi bırakırım ve bir tane daha doğurmayı denerim!” diyordum. Fakat iki yaşına geldiğinde, artık geceleri uyuyabildiğini, Nil’e, Nil’le Serdar’a daha fazla zaman ayırabildiğimi gördüm. “Dur! Şimdi değil! Bu yavaş kazanılan özgürlüğüm, güzelmiş” derken… Geçti altı yıl… Şimdi doğurmaya kalksam araları olur yedi yıl… Yapmak istediğim, gidip görmek istediğim, kalkışmak istediğim, zaman ayırmak istediğim o kadar çok şey, okumak istediğim o kadar çok kitap var ki… Her şeyin, en başına gitmeye, üşeniyorum sanırım. Yine de kısmet diyelim. Aziz Arif’in zaten dünya tatlısı bir ablası ve abisi var.
İçinden çıkan anne, seni şaşırttı mı?
-Yani şöyle oldu, bildiğim film koptu ve sanki makinist başka filmi ekledi sonrasına… Benim rolüm, hayat, senaryo tamamen değişti… Bir gönül taşması ve duygu cümbüşleri yaşandı ve yaşanıyor. Annelik, bana her gün kendimi aynalama fırsatı veriyor… “Aziz Arif, beni büyütüyor!” diyebiliriz çünkü ona mümkün olduğunca karışmamaya, sadece misafirperver olmaya çalışıyorum. Her aşırı tepkimin ucunu çektiğimde, çocukluğumda bir yer kıpırdıyor, acıyor. “Neresi orası?” diye içimdeki gölgelere mum tutmaktan bir hal oldum. Hiç bu kadar kendimi keşfe mecbur kalmamıştım. Şarkı yazarken bile… Şimdi her gün, daha iyi bir insan olmaya çalışıyorum. Hayal kırıklığına tolerans göstermeyi, esnemeyi, bükülmeyi, empati yapmayı ve en önemlisi saygı duymayı öğreniyorum. Sevgi zaten çocuğuna en kolay verdiğin. Hadi bakalım saygıyı verebiliyor musun? “Doydum” deyince, ağzına tıkmadan, “Bunu giyeceğim!” deyince, “Olmaz o!” demeden, “Bu okulu sevmedim!” deyince, “Seversin” demeden durabiliyor musun? Konuşunca dinliyor musun? Dediklerine inanmayı beceriyor musun? Onun gözlerinin içinde yazan o koca kullanma kılavuzunu okumayı öğrendin mi?
ANNELİK BANA EN ÇOK KENDİNİ TEMİZE ÇEKMEYİ ÖĞRETTİ
Oğluna mı daha aşıksın, kocana mı?
-Oğluma aşık olmanın değil, onun yoluna ışık olmanın peşindeyim. Aşkım, Serdar’ın olsun.
Kişiliği kime benziyor?
-Yer yer ikimizi de andırmakla beraber, tamamen şahsına münhasır biri, Aziz Arif Bey.
En çok ne öğretti annelik sana?
-Kendini temize çekmeyi.
Bu karantina günlerinden en çok ne öğrendin?
-Telaşsız olmayı. Her sabah meditasyon ve her gün yoga yapmayı. Biz bize kalmayı. Az öz olmayı. Ama en çok telaşsız olmayı. Suçluluk duymadan yavaşlamayı.
Manikür, pedikür, berber gibi sorunsalların oldu mu? Yoksa umursamadın mı?
-Hiç ama hiç umursamadım. “Madem ruhen farklıyız, fiziken de yaşayalım bakalım bu bırakmışlığı!” diye düşündüm. Zaten kuaföre mecbur olmadıkça gitmem.
OLDUĞUM ŞEYİN KABUL GÖRMESİ BANA HAYATIN EN BÜYÜK ARMAĞANI OLDU
Herkesin bir yanı güçlenecek mi gerçekten? Öyle mi çıkacağız bu işin içinden?
-İnşallah. Ben gerçekten ihtiyacım olan şeyleri gördüm. Azı- özü hatırladım. İçimi dinledim. Hayatımdaki insanlara baktım. Onlarla ve kendimle yeni ilişkiler denedim. Kendimi kestim, biçtim, diktim, baktım. Oldu üstüme, bu durum benim. Hiçbir şeye ve kuruma ihtiyacımız yokmuş, bir tek birbirimize ve dayanışmaya ihtiyacımız varmış.
Kimsenin söylemediği söyleyen, kimsenin giymediğini giyen, yapmadığını yapan birisin… Ondan çok çok özelsin, Biricik Nil’imizsin… Yıllar geçti, sen kimselere benzemedin… Sana benzemeye çalışanların da sırları dökülüyor… Olmuyor… Neler hissediyorsun?
-Başkalarına benzemeyi en son herhalde lisede istemişimdir. Aynı ayakkabılar, aynı çoraplar ve aynı konuşma tarzı, o zamanlar cazipti… “İçeri girmek” için benzeşmek gerekti. Fakat sonra bende bir uyanış oldu, kendi biricikliğime uyandım. Onun gücünü bütün hücrelerimde hissettim. “İçeri girmesem” de olurdu, dışarıda üşümüyordum artık. Olduğum şeyin kabul görmesi, bana hayatın en büyük armağanı oldu.
KENDİMİZDEN BAŞKA KEMİRECEK BİR ŞEYİMİZ YOK!
18 yaşındaki Nil karşında olsa, neler söylersin?
-“Gençliğime, sevgilerimle” yazısında yazmıştım diyeceklerimi. Videosu da var. Ama onu yapalı da zaman oldu, Şimdi olsa, “Bir sürü şey olacak, hepsi de senaryonun parçası. Bırak kendini…” derdim.
“İçe yolculuk, yolculukların en git git bitmezi” diyorsun… Doğru… Bu Corona günlerinde sen nerelere gittin?
-Bence bir sürü öğrenmeler oldu ama daha bunları kelimelendirmek, dillendirmek, şarkılamak, türkülemek zor. Hepimiz, evde kalınca, kendimizle ve seçtiklerimizle kaldık. Her sabah aynı güne uyanılan o filmdeki gibi, iki ay geçirdik. Dışarı çıkınca, bu evde kalışların bir parçası hep bizimle olacak. Belki balık gibi unutup, işe güce ve dükkanlara atacağız kendimizi ama eminim o biz, artık aynı biz olmayacağız. Çünkü bir yere gittik ve orada bir şeyler oldu…
“Kendimizden başka kemirecek bir şeyimizi yok” mu sahiden? Senin, kendinle ilgili hoşnutsuz olduğun ne özelliklerin olabilir ki?
-Tonla var. Ama mesela öğrendiklerimden biri kendimi etiketlememek. Yargılamamak. O yüzden burada sayıp döküp, üzerime yapıştırmak istemem.
“Dünyanın başka bir yerinde doğsaydım Billie Eilish olurdum” diyor musun? Ki bence olurdun… Ben inanıyorum…Tabii ki bu topraklarda doğduğun için mutlusundur, ama yine de Grammy almak fena olmazdı di mi…
-(Gülüyor) Fena olmazdı. İngilizce’de yazmak ve yaşamak isterdim. Her şey farklı olurdu. Ama Billy mi olurdum Bill mi bilmiyorum. Geçenlerde bir arkadaşım da dedi, “İngilizce şarkılarım vardı, acaba onlarla gitseydim bir yere varır mıydı, daha mı iyi olurdu…” Bilmiyoruz. Olanı biliyoruz. Bu topraklar, beni olduğum gibi kabullenerek, ödüllendirdi. Hayatım, hayallerime benzedi! Grammy’yle başka ödül arasında aslında çok fark yok. Bunu, bir gün bir fotoğraftan anladım. U2 grubunun, stadyum konserine çıkmadan az önce çekilmiş bir fotoğrafını gördüğümde. “A, bu aynen ben!” demiştim. Aynı duyguydu. Aynı yalnızlık, aynı kırılganlık, aynı heyecan. Onlar yirmi bin kişiye söylüyor, ben iki bin. Ama o kadar şey aynıydı ki…
OLANLA, HEMHAL OLMAK LAZIM “OLSAYDI”LAR, İNSANI BİR YERE GÖTÜRMÜYOR. KEŞKELEMEYELİM, İLERLEYELİM
Korunaklı bir hayatın var… Ki bence şahane… Ama şimdi, ters köşe bir soru geliyoooo… 30 bin aşk yaşamadın, evet, gerek duymadın… Çünkü aradığını erken buldun… Aşkından sürünmedin, rezil, rüsva olmadın… Alkol, uyuşturucu kullanmadın, inişler çıkışlar yaşamadın… Allah’a şükür ki büyük kayıplar da vermedin… Sen, hep olumlu şeylerle uyarıldın… Peki ya olumsuz uyaranlar da olsaydı hayatında??? Hiç düşündün mü? O zaman nasıl bir Nil çıkardı karşımıza?
-Hayatımda olumsuzluklar da oldu. Sadece bunları, hikayemin parçası yapma şeklim şarkılarla oldu. Magazinle değil. Ha ama hep şunun esprisini yaparım: “Benim kayıp olduğum, orada-burada sızıp kaldığım bir zamanım olamadı!” diye… Ama alkole ihtiyaç duymadım… Uyuşturucu kullanmak için fazla korkak bir tiptim. Sarhoş olmanın kontrolsüzlüğü de hoşuma gitmiyor. Kontrolü kaybetmenin daha güzel yolları var. Mesela bir kelimenin ya da melodinin peşinden sürüklenmek gibi… Dans etmek gibi… Kendini bırakan ve oraya buraya çarpıp duran bir Nil olsaydım, Fiona Apple olurdum. O kadının da o halini çok beğeniyorum. Evet, ben, onu seçmedim. Ya da o, beni seçmedi. Nasıl olduysa oldu… Şunu bilir, şunu söylerim: Olanla, hemhal olmak lazım. “Olsaydı”lar insanı bir yere götürmüyor. Keşkelemeyelim ilerleyelim…
O derin, felsefesi yazılar nereden çıkıyor? Nasıl bu kadar duyarlısın?
-Bir odaya girdiğimde, herkesin duygularını, içlerinden söylendikleri şeyleri duyuyorum. Bana diken gelen, çiçek gelen çok şey var… Doğuştan… Ama hep böyleydim. Hep içime ve hayata bakar anlamaya ve anlatmaya çalışırdım.
Senin ruhunun düşük tarafı var mıdır? Yoksa komple pırıl pırıl mı?
-(Gülüyor) Benim ruhumun da her hali var! Düştüğümde, yerde kalmayı da öğreniyorum.
Peki hiç, her şeyden ve tırnaklarınla yarattığın Nil’den sıkıldığın olmuyor mu?
-Hayır, kendimden hiç sıkılmadım. Belki de sıkılmak için fazla meraklıyım. Hep çok merak ettiğim bir şey var. Bu beni sıkılmaktan alıkoyuyor olabilir.
SERDAR ERENER VE NİL’DİK. SERDAR ERENER VE NİL KARAİBRAHİMGİL OLDUK. SERDAR ERENER VE NİL ERENER OLDUK. ŞİMDİ DE ANNE VE BABA OLDUK. VE BUNCA SERDARLAR VE NİLLER SONRASI, “SERDAR’LA NİL” OLDUK
20 küsur yıldır aynı insanla berabersin. O, seni büyüttü gibi… Birbirinizi büyüttünüz… Bence çok çok değerli… Ama bazı insanlara göre sıkıcı bu… Sen, bize bu kadarı yılı, aynı insanla geçirmenin, günleri geceleri paylaşmanın güzelliğini nasıl anlatırsın?
-Bazen de “bulursun”! İnsanlara garip ve nadir gelen şey bence bu. Mutlu bir tesadüf sonucu, “bulmuş olma” hali. Serdar’la 22 yıl önce karşılaştık, ama defalarca birbirimizi kaybedip, yeniden bulduk. Söküldük yine dikildik. Değiştik ve dönüştük. Serdar Erener ve Nil’dik. Serdar Erener ve Nil Karaibrahimgil olduk. Serdar Erener ve Nil Erener olduk. Şimdi de anne ve baba olduk. Ve bunca Serdarlar ve Niller sonrası, “Serdar’la Nil” olduk. Asıl güzel olan da bu… Zaman tünelinden ve her türlü tünelden fırtınadan, iğne deliğinden geçtik. Çıktığımızda silkelendik. Ellerimiz hep birbirini buldu…
Müzik dünyası ve starlık nereye gidiyor?
-Onlara bakmıyorum. Güzel bir şarkı yazabildim mi, ben ona bakıyorum. İlla ki birileri dinler, konserlerde söyler.
Sence Corona’dan sonra nasıl bir dünya bekliyor bizi… Yoksa “yeni normal” diye bir şey olmayacak, aynı tas aynı hamam devam mı?
-Bence aynı tas, aynı hamam ama filozofun dediği gibi, nehir aynı nehir olmayacak! Bence kendisiyle ve dünyayla akmayı öğrenenler “yeni normalleri”ne kavuşacaklar.
Ma
( Pazar, Mayıs 24, 2020 )
Müthişsiniz
hacer
( Pazar, Mayıs 24, 2020 )
Canım Nil yine gel hep gel…
love!!!
Rahmi Çağatay
( Pazar, Mayıs 24, 2020 )
Müthiş iki kadın ve Sn. Nil Erener‘İn insanın içini ısıtan aydınlatan olağan üstü yorum ve felsefi düşünceleri.Bu şiir tadında ,her satırında kendimizi bulduğumuz söyleşi için teşekkür ederiz ….
Rahmi Çağatay
Can Dursun
( Pazartesi, Mayıs 25, 2020 )
Beni kendimle tanıştıran kadın…
Denizs mom
( Pazartesi, Mayıs 25, 2020 )
Nil Karaibrahimgil tanimsizdir tarifi yok gibi geliyor içinin güzelliği dışına yansımış bütün kalıpları yok etmiş insanotesi bir türdür. Şahsen taniyormuyum hayır ama hep bi sevgi içimde İÑSAN olduğu için… Neyse bir kız dogurdum geçen yıl bana benzemeyen Ipek. Annem dediki geçenlerde ipek büyüyünce kime benzeyeck biliyormusun tabiki nil karaibrahimgile umarim öyle olur benim küçük ipegimde nil gibi su gibi olur. Sevgiler