Dr. Gülseren Budayıcıoğlu’yla yaptığım röportaj, devam ediyor. Bugün, son bölümüyle huzurlarınızdayım. Hoca, bugün hakkındaki suçlamalara yanıt verdi.
Ben, bu toplumda zaman zaman güzel işlerin, hizmetlerin cezalandırılmak istendiğini düşünüyorum. Bütün eleştirileri ciddiye de almıyorum. Ama yine de Hoca’ya yönelttim, beni kırmadı, yanıtladı… Teşekkür ederim.
BENİMLE ”KOVMAK” YAN YANA GELMEMELİ AMA…
Bir de işten kovulan psikologlar meselesi var. “Çıldıracak seviyeye gelmiş psikologlar var” adlı bir makaleyi sosyal medyada yayınladılar diye, size ait Madalyon Psikiyatri Merkezi’nde çalışan 5 psikoloğu işten kovmuşsunuz… Doğru mu?
-Doğru… O, 5 psikoloğu işten kovduğum doğru! Aslında “kovmak” fiili bana ağır gelir. Benimle “kovmak” yan yana gelmemeli. Bugüne kadar böyle bir şey yapmadım da diyebilirim. İşten ayrılanlar filan oldu ama hepsiyle çok güzel ayrıldık. Fakat bu 5 arkadaşı kovdum! Beşi de sevdiğim insanlardı, emek verdiğim meslektaşlarımdı. Hele bir tanesi benim çok yakınımdı. O kadar üzüldüm ki. Bir gazeteciye aleyhimde öyle feci bir röportaj vermişler ki. Feci ötesi. Beni, olmadığım biri gibi gösteriyorlar. Efendim, giyimimize bile karışır, “Şöyle yapacaksınız’’ der, ‘’böyle giyeceksiniz!” der. Benim yıllarca onlara meslekte iyi olmaları için emek verdiğim cümleleri çarpıtmışlar, sündürmüşler… Hepsi de sayfasında paylaşmış, yani onaylamışlar…
Böyle cümleleriniz yok muydu?
-Vardı. Ama hiç bu amaçla söylenmemişti. Ben, “Arkadaşlar, hastalara saygılı olmalısınız. Lütfen kendinize, giyiminize özen gösterin…” dedim. Her zaman da bu lafımın arkasındayım. Özen göstermek, marka giyinmek filan değildir. Ben, marka giymeyi sevmeyen biriyim. Herkes bilir bunu. Özen göstermek, temiz olmaktır, derli toplu olmaktır. Mesela eşofmanla işe gelme… Bir işyerine eşofmanla gelinebilir mi? Bizim işimizde, gelinmemeli. Bir hastanın karşısına evde giydiğin saçma sapan bir kıyafetle, saç baş darmadağın çıkabilir misin? Bence, çıkılmamalı! Bir psikolog bunu yapmamalı. Tırnakları kir pas içinde işe gelmemeli. Hep dedim ki, “Bakın 47 yıl boyunca bu kurallara özen gösterdim. Şık olmaya değil, bakımlı olmaya değil, temiz olmaya. Siz de öyle yapın!” Kaldı ki bu iş yeri benimse, böyle bir şeyi talep edebilme hakkım var. Bu iş yerinin kuralları var. Ben, hayatım boyunca kuaföre sadece saç boyatmak için giden biriyim. Her gün kuaförlere giden biri değilim, bunu da biliyorlar. Peki, o zaman niye öyle şeyler yazdırıyorlar, gazeteciye? Madem bu kadar feci bir insanım, iğrenç bir insanım, neden bunca yıl benimle çalıştılar? Gidip bir gazeteciye bir sürü olumsuz şey anlatmışlar. Tamam isimsiz ama kimi kastettikleri belli. Sonra da 5’i birden sayfalarında paylaşmışlar. Tabii ki arkamdan bıçaklanmış gibi hissettim. Aslında bekledim de, onlardan biri beni arasın, “Ya hocam ben öyle yapmak istemedim, üzgünüm!” desin. Ya da “Gazeteci de abartmış. İş, kastını aşmış!” desin. Demediler. Aramadılar.
ÜZÜCÜ OLAN, KENDİ TARİHLERİNİ KARALAMIŞLAR! YILLARCA BURADA EĞİTİM ALMIŞ, BURADA PSİKOLOG OLMUŞLAR, BURADA İŞİ ÖĞRENMİŞLER…
Siz de işlerine son verdiniz…
-Evet. Öyle yaptım. Kâbus gibi bir klinik anlatmışlar ki, ben danışan olsam, o kliniğe gider miyim? “Ay, orada feci şeyler oluyormuş!” derim, gitmem. Daha da üzücü olanı şu, kendi tarihlerini karalıyorlar. Yıllarca burada eğitim almış, burada psikolog olmuşlar, burada işi öğrenmişler ve kendi tarihini karalıyorlar. Bunu nasıl yaparlar? Benim böyle bir tepki vermem zordur ama öyle gücüme gitti ki. Tamamen kişisel algıladım.
ÇALIŞMA ŞARTLARIYLA İLGİLİ ANLATTIKLARI DA DOĞRU DEĞİL!
Çalışma şartlarının zorluğundan söz ediyorlar…
-Biz psikologlarımızı, açıldığımız günden beri, haftada 30 saat çalıştırırız. Asla 31 saat çalıştırmayız. Bu da ne demek biliyor musun? Günde 5 saat çalıştırırız. Talep onlardan gelir, “Hocam, ben 2 gün gelmeyeyim, saatleri ona göre ayarlayalım. Bazı günler 7 hasta bakabilir miyim?” diye. Biz de deriz ki, “Bak çok yorulursun böyle yapma!” Ama bizi ikna ederler. “Hocam, benim çocuğum var, işim var, evde kalmak istiyorum!” Haftalık 30 saat… Hangi işyerinde böyle bir lüks var ya… Ama gitmişler hakkımda verip veriştirmişler… Ben bu davranışı, anneye-babaya, onu yetiştirene öğretmene ihanet gibi algıladım. Ticari bir ihanet gibi algılamadım. Hala beni, ne arıyor ne soruyorlar. Bizi mahkemeye verdiler filan… Neyse, gereken her şeylerini ödedik. Ama o ihanet duygusunu, atamıyorum içimden.
BU YAŞTAN SONRA DAHA FAZLA KAZANSAM, HARCAYABİLECEĞİM ZAMANIM YOK Kİ ZATEN! İNSANLAR, YAŞIMI UNUTUYORLAR BAZEN… 73 YAŞINDAYIM!
Bunu artık normal mi karşılıyorsunuz?
-Hayır, ben bunların hiçbirini henüz normal karşılayamıyorum! Profesyonelleşemedim. Derim de kalınlaşamadı. Çok alındım. Bir de ben, asla tek bir kitlenin doktoru olmadım. Bana kapıcı da karısını getirir, bakarım. Köyden öğretmen de gelir, şehirden bankacı da, işadamı da… Bizim muayene ücretlerimiz, pek çok yere göre daha uygundur. Benim psikologlar, doktorlar, “N’olur hocam yapmayın! Burası ucuz, demek ki burası kötü diyor İstanbullular!” der ve zammı çalışanlarım yaptırır. Beni parayla da alakam yoktur. Çünkü ben, muayenehanecilik yaparken, ne kadar kazanılabilirse, kazandım. Bu yaştan sonra daha fazla kazansam, harcayabileceğim zamanım yok ki zaten! İnsanlar yaşımı unutuyorlar bazen…
Kaç yaşındasınız?
-73.
Bir de çok tartışılan “eşcinsellik meselesi gündemde. İddiaya göre siz, “Eşcinsellik hastalıktır, günahtır!” diyormuşsunuz, doğru mu?
-Asla, asla, asla! “Günahın Üç Rengi” diye bir kitabım var. Orada bir eşcinsel, bir fahişe, bir de mazoşist anlatıyorum. Üç ekstrem vaka. Ama hepsini severek kucağımda taşıyarak anlatıyorum. Ne münasebet ya! Bunu nasıl derler. Ben hayatımda herkesi kucaklamaya hazır biriyim. Ben böyle doğmuşum zaten! Kitaplarımdaki cümlelerimi cımbızlayıp aleyhime kullanıyorlar. Daha kim bilir neler uyduracaklar bilmiyorum!
-İKTİDARA VE GÜCE YAKIN OLUP KESESİNİ DOLDURMAKLA SUÇLUYORLAR SİZİ.
– VALLA, BU TÜR SAÇMALIKLARA ÜZÜLMÜYORUM. BEN, YAKINLARIMDAN GELEN İHANETLERE ÜZÜLÜYORUM!
Acun’la dost olmanıza bile laf sokanlar var…
-Bunun nesi kötü, onu da anlayabilmiş değilim. İşini iyi yapan, sevdiğim biri Acun…
İktidara ve güce yakın olup kesesini doldurmakla suçluyorlar sizi. Siz, ne diyorsunuz?
-Valla, bu tür saçmalıklara üzülmüyorum. Ben, yakınlarımdan gelen ihanetlere üzülüyorum. Her kitabıma, 4 yılımı verdim. Bilmem kaç hasta görmedim, o kitabı yazmak için. Gerçekten emek verdim. Bana laf yetiştireceklerine, vakit kaybedeceklerine onlar da emek versin. Ayrıca kitapla kim zengin olmuş, onu da bilmiyorum. Ben zengin olmadım.
NARSİST YANLARIM OLDUĞUNU KABUL ETMEM LAZIM. ÇÜNKÜ BEN MÜKEMMELİYETÇİYİM, BİR ŞEYİ, ÇOK İYİ YAPMAK İSTERİM. O NEDENLE DE ÇOK EMEK VERİRİM. BU DA ANCAK BİRAZ NARSİZMLE MÜMKÜN OLABİLEN BİR ŞEY
Narsistik kişilik özelliğine sahip olduğunuz da size yöneltilen olumsuz tanımlamalardan biri. Sizce, bu bir “suç” sayılabilir mi?
-Suç değil. Ama evet, narsist yanlarım olduğunu kabul etmem lazım. Çünkü ben mükemmeliyetçiyim, bir şeyi çok iyi yapmak isterim. O nedenle de çok emek veririm. Bu da ancak biraz Narsizmle mümkün olabilen bir şey. Ama bir yanım da çok mütevazıdır. Hep de öyle oldum. Arada bir, öbürü öne geçiyor ve kırıcı oluyor muyum, kendimi test edemiyorum doğrusu.
HAYIR, HEPİMİZ “HASTA” DEĞİLİZ! HENÜZ GERÇEK HASTALARI GÖSTERMEDİM
Kitaplarınızı okuyunca, dizilerinizi izleyince, “hepimiz hastayız” duygusuna kapılıyor insan, öyle miyiz gerçekten?
-Yoo hayır, hepimiz “hasta” değiliz. Ben burada henüz gerçek hastaları göstermedim. Gerçek hastalar, ilk yazdığım kitapta var. Benim gösterdiklerim “normal insanlar” şu anda. Ben yıllardır “kader motifi” diye bir kavram üzerinde çalışıyorum.
KADER MOTİFİ, PARMAK İZİ GİBİDİR KİŞİYE ÖZELDİR
Nedir “kader motifi”?
-“Kader motifi”, parmak izi gibidir ve kişiye özeldir. Hepimiz çok özel yaratılmışız zaten. Kendimize has özelliklerimiz var. Hayatın içinde de, kimse birbiriyle aynı olamıyor. Hayat buna izin vermiyor. Bu bir çeşitlilik, güzellik aslında. Bu çeşit çeşit insanlar, acıyı da, neşeyi de, mutluluğu da, hüznü de birbirinden çok farklı şekilde yaşıyor. Çünkü bizim parmak izi gibi olan “kader motifimiz” var ya; istersen Steve Jobs ol, yeri yerinden oynat, sen dışarıdan çok çok güçlü algılanıyorsun ama kim bilir içinde ne acılar çektin, kim bilir hangi kuyuların içine girdin, sonra nasıl göklere çıktın? Hepimizin hayatında var bunlar, hepimiz inişler çıkışlar yaşıyoruz ama bunlar “hastalık” değil… İnsani özellikler…
HANİ BÖYLE ALÇALIP YÜKSELEN SENFONİLER VARDIR YA, BİR YUKARI ÇIKAR, BİR AŞAĞI İNER, BİR TİZLEŞİR… HAYAT ÖYLE BİR ŞEY… SÜREKLİ MUTLU OLMAK DİYE BİR ŞEY DE YOK, MUTLU ANLAR VAR…
“Çocukken ‘kader motifi’ bize ne yaşattıysa ne hissettirdiyse, çevremiz değişir, insanlar değişir ama motif değişmez” mi?
-Hem öyle hem değil. Şurası doğru, motif tekrarlayan bir şey hayatımızda. Biz eğer bu “kader motifi”ni hiç fark etmeden yaşıyorsak, evet, ömür boyu aynı duyguları yaşarız. Ama insanlar azıcık fark edebilirlerse, o motif hemen kaymaya başlıyor. Bütün mesele bunu fark edebilmek. Hayat bizi arada döven, söven, ama aynı zamanda seven, başında taşıyan bir şey… İnişli çıkışlı… Klasik müzik gibi… Hani böyle alçalıp yükselen senfoniler vardır ya, bir yukarı çıkar, bir aşağı iner, bir tizleşir… Hayat öyle bir şey… Sürekli mutlu olmak diye bir şey de yok, mutlu anlar var…
GELECEK NESİLLER BİZDEN ÇIKIYOR! BİR BİLGİSAYAR PROGRAMI DÜŞÜNÜN… O PROGRAM, BİZİM DOĞDUĞUMUZ EVLERDE YAZILIYOR!
Bir insanın “kader motifi”ni fark edebilmesi ve değiştirebilmesi, sadece kişiyi kurtarmakla kalmaz, gelecek nesillerin de yolunu aydınlatır… Öyle mi?
-Aynen öyle! Hele şiddette, bu net olarak böyle. Gelecek nesiller, bizden çıkıyorlar. Bilgisayar programı düşünün, o program, bizim doğduğumuz evlerde yazılıyor.
ÇOCUKLARIMIZA VERMEMİZ GEREKEN KOŞULSUZ SEVGİ, ŞEFKAT, DEĞER VERMEK, ONAYLAMAK VE ARADA SINIRLANDIRABİLMEK!
En büyük ihtiyaç da koşulsuz sevgi, şefkat, değer görmek, onaylanmak…
-Evet, en büyükleri onlar… Ama tabii bunlar yetmiyor. Arada bir sınırlandırılabilmek de gerekiyor. Çünkü bizim bunlara da ihtiyacımız var. Arada bir ödüllendirebilmek, arada bir “Dur bakayım orada!” diyebilmek gerekiyor. Ama bunu incitmeden yapabilmek önemli… Evet, tüm duyguları hakkıyla alamayanlar, duygusal olarak aç olanlar… Bir bakıyorsunuz, gelecek nesillere şiddet uyguluyor, vuruyor, kırıyor… Ama bir yandan da tarihe bakarsanız; çocukluğu, geçmişi çok zor koşullar altında geçmiş bazı insanlardan da, çok büyük eserler çıkabiliyor. O acılar, büyük kahramanlar yaratabiliyor. O insanlar, bir misyon adamı gibi, içlerindeki o kötü enerjiyi değiştirip, dünyaya bir “ödül” olarak sunabiliyorlar.
SEKRETERİNİZ TUNA’YA “TOPARLAK” DEMENİZİ AYRIMCI BULANLAR VAR!
Sekteriniz Tuna’nın “toparlaklığına” takmanızı ayrımcı buluyorlar…
-Aman Yarabbi… Aman Allah’ım! Tuna, benim sekreterim, arkadaşım, ablam, koruyucu meleğim… Hepsi… Hayatımda çok özel bir yeri oldu, hala da olmaya deva ediyor. Tuna’sız bir hayat düşünemiyorum. Benim kendime hiç bakmadığımı çok iyi bildiği için, zorla bana yediren, içiren, gerekirse evde yemek yapıp bana getiren, toparlacık, güleç, hayata hep böyle gözleri parlayarak bakan bir kadın.
İşte “toparlacık” lafını aşağılayıcı, küçümseyici buluyorlar…
-Niye? Güzel bir şey söylüyorum. Ben, o kilo vermesin diye çok başının etini yedim. “Ne bu halin?” diye. O haliyle o kadar tatlı ki. Aman Yarabbi! İnsanlar nelere takıyorlar? Tuna’nın şikayetçi olduğu bir şey yok ki, onlara ne oluyor?
NEEEE? EKŞİ SÖZLÜK’E PARAYLA ÖVGÜ DOLU SÖZCÜKLER YAZDIRMAK MI? BEN, EKŞİ SÖZLÜK’E HİÇ GİRMEDİM Kİ!
Ekşi Sözlük’te parayla övgü dolu sözcükler yazdırdığınızı iddia edenler dahi var! Böyle bir şey mümkün mü?
-Ay olur mu öyle şey! Bunları hiç duymamıştım, şimdi senden duyuyorum. Bir kere ben, Ekşi Sözlük’e hiç girmedim. Varlığını biliyorum ama hiç açıp okumadım, şimdiye kadar. İşin gerçeği şu: Ben teknolojiden çok anlayan biri değilim, Ayşe’cim. Emre Pekçetinkaya diye bir delikanlı var. Arada, “Hocam ne yapıyoruz, bugün sosyal medyaya?” diye sıkıştırıyor beni. Beni, daha aktif olmaya zorluyor. Arada bir, oraya yanlış şeyler de yazıyor. Kavga ediyoruz, sonra yemek yiyoruz, barışıyoruz. Çok iyi bir delikanlı. Arada, bana kız arkadaşını anlatıyor… Benim durumum bu. Ben bir oyuncu veya ünlü biri gibi sosyal medyada aktif değilim. Ekşi Sözlük’te de ne yazmış çok ilgili değilim…. Benim hem Bodrum’da hem Didim’de evim var. Bodrum kalabalık olunca, Didim’e gittim. 6 yıldır açmıyordum, Bodrum’daki evi. Bu sene açtık. Felaketti. Neyse toparlandı şimdi ama pandemi olduğu için, yardımcı filan da almıyorum. Oğlum bir tane şarjlı elektrik süpürgesi gönderdi. Hafif bir şey. Evin her tarafını kendim süpürüyorum. Elimde süpürge, balkonda gezdiğimi bile görebilir insanlar. Demek istediğim, ben buyum ya, şöhretle filan da alakam yok, beni başka türlü anlatmasınlar!
EZGİ MOLA NASIL DEĞİŞİK, NASIL CAN BİR KIZ…BAYILIYORUM SAFİYE KARAKTERİNDE DE HARİKALAR YARATIYOR
Ezgi Mola’yı nasıl buluyorsunuz?
-Ezgi Mola müthiş! Beni aradı, tanıştık. Ben onu ekrandan da çok severdim, ama tanışınca daha da çok sevdim. Nasıl değişik, nasıl can bir kız, bayılıyorum. Ve bu role nasıl asılıyor biliyor musun… Nasıl bir Safiye yaratıyor… Onun canlandırdığı Safiye’ye kızamıyor insan! Harikalar yaratıyor…