Annem beni her gün yeniden doğuruyor!
(Cumartesi)
Ramazan Baş…
Omurilik Felçlileri Derneği başkanı… Boynundan aşağısı felç ama sen bunu hissetmiyorsun, sana bu duyguyu geçirmiyor, ona hayranlık duymaktan acımaya fırsatın olamıyor. Zaten acınacak bir yanı da yok, aksine sana ayna tutuyor, bir ona, yaşadıklarına, verdiği mücadelenin büyüklüğüne bakıyorsun… Bir de kendine… Sizi bilmem ama benim daha çoook fırın ekmek yemem lazım. Biraz korkarak gittim, çünkü boynundan aşağısı felç biriyle daha önce karşılaşmamıştım. O da ne! Ben dünyanın en tatlı, en neşeli, en karizmatik adamlarından biriyle tanıştım. Bir de flörtöz! Röportaj sırasında üşüdüğümü fark edince, sırtıma şal koymalarını rica etti, o kadar insan arasında o fark ediyor, o düşünüyor, o organize ediyor… E haliyle kadınlarla arası çok iyi! 19 yaşında, Kumburgaz’da, her zaman denize girdiği iskeleye geliyor. Her zamanki gibi, yukarı sıçrayarak balıklama atlıyor. İşte o zaman felaket gerçekleşiyor. Kuma çakılıyor! Çünkü o gün, sular çekilmiş ve deniz her zamankinden daha sığ imiş. O andan itibaren bütün hayatı değişiyor. Bu omurilik dediğin şey hassas, çok hassas. Ben sadece Ramazan Baş’ın ne kadar şahane, ne kadar savaşçı olduğunu anlatmak için yapmadım bu röportajı. Herkesi uyarmak için yaptım, “Derinliğini bilmediğiniz suya atlamayın!” demek için yaptım. Lütfen. Geri dönüşü olmayabilir. Ömür boyu omurilik felçlisi olarak hayatınızı sürdürebilirsiniz. O ve başkan yardımcısı Semra Çetinkaya, benim bugüne kadar tanıdığım en esprili, en kendileriyle dalga geçen ve en üretken engelliler. Canla başla çalışıyorlar. Ben de bu derneğe bütün kalbimle bağlıyım. “3430’a 5 lira karşılığında mesaj atarsanız, bir engellinin akülü arabaya kavuşmasında katkınız olabilir” yazmıştım geçen sefer. Bir cümle içinde geçti, gitti. Ama sizin sayenizde altı akülü araba alınmış. Tanesi 2400 lira. Demek istiyorum ki, birlikten güç doğuyor! Devam edelim onlara destek olmaya! Ramazan Baş, konuya o kadar hâkim, o kadar dolu ki, röportajın tamamı buraya sığmadı, ikinci bölümü hafta içi… Unutmadan, Omurilik Felçlileri Derneği, “Derinliğini bilemediğin suya atlama” başlıklı iki video yapmış. İki eliniz kanda olsa da mutlaka izleyin! Çocuklarınıza da izletin. Söz mü?
En baştan başlayalım. Nasıl bir aile?
-Orta halli. Dokuma ustası bir anne-baba. Ne varlıklı ne sıkıntı çeken bir aileydik.
Kaç kardeş?
-Üç. En yaramazları, en haylazları bendim. Bir taraftan okuyordum, bir taraftan çalışıyordum. Araba tamirciliği yaptım, koltuk döşemeciliği, sonra tezgâhtarlık, derken tekstil işine daldım. 19’umda Laleli’de dükkanım vardı. Keyifler tıkırında. Gırgır, makara. Aklımız havada. Arkadaşlarla Kumburgaz’da yazlık tuttuk. Zaten kaza da orada oldu.
Nasıl oldu?
-11 Eylül 1983. İş çıkışı soluğu yine Kumburgaz’da aldım. Hava da nasıl sıcak, hemen mayomu giydim, deniz kenarına indim. İskeleden her zamanki gibi havaya sıçrayıp denize balıklama atladım. Bu kadar. Meğer su çekilmiş… Çakıldım.
İlk yardım yüzünden tamamen felç oldum
Offfff…
-O kadar bilgisizdim ki, yeteri kadar derin olmayan suya balıklama atlarsam başıma ne gelebilir bilmiyorum, omuriliğin işlevi nedir onu da bilmiyorum. Bu satırları okuyan pek çok gencin bilmediği gibi. Zaten o yüzden herkese, “Bilmediğin suya atlama, benim gibi olursun!” diyorum.
Peki sonrası?
-Uzun süre suyun altında hareketsiz kalmışım. Arkadaşlarım şaka yapıyorum zannetmiş. Sonra beni çıkardılar. Suyu yuttuğumu düşünerek, ayaklarımdan tutup sallamaya başladılar. Tabii ki bana iyilik yapmak istiyorlar ama en fena şey. Kısmi felç var ise, yanlış ilk yardım müdahalesi yüzünden tamamen felç oluyorsunuz.
Kendinizi hatırladığınızda neredesiniz?
-Onlar beni sallarken de ben kendimdeydim. Ama sesim çıkmıyordu. Uyaramadım onları. Boynumda çok büyük bir sancı vardı. Sonra Çapa’ya götürdüler beni.
İnsanın boynundan aşağısının felç olduğunu bilmesi, bununla yüzleşmesi ve kabullenmesi nasıl bir şey?
-Çok tarif edilebilecek bir şey değil. Zor. Hastane sürecinde iyileşmekten çok, hayatta kalma mücadelesi verdim. Sonra beni eve yolladılar. Boynumdan aşağısı alçıdaydı neredeyse. Hiçbir şey bilmiyoruz, annem de bilmiyor, öyle geldik eve. Ondan sonra korkunç bir dönem başladı. Her hafta, 42 derece ateşle Acil’e gidiyordum. Sonra bir gün rahmetli beyin cerrahı Beyhan Özden, “Bu alçıyı atın artık” dedi. Annem hâlâ anlatır, Afrika’daki çocuklar gibi çıkmışım içinden, her yerim yara içindeymiş, ateş de o yüzdenmiş. Sonra yaralarla mücadele etmeye başladık. Adım adım her şeyi öğreniyorsun. Hastalık öğretiyor. Sonra başka sorunlar başlıyor. Sadece bedenen felç olmuyorsun, bütün hayatın felç oluyor. Sana uygun sandalye yok. Dışarı çıkamıyorsun. Ürolojik sorunların oluyor, solunum problemlerin başlıyor. Bunlarla ilgili operasyonlar geçiriyorsun. Her şeyle ayrı ayrı mücadele eder duruma geliyorsun. Ve tabii durup bir bakıyorsun, “Manyak mıyım? Ben neden yaşıyorum? Yaşamam bana da eziyet, başkalarına da!” O yüzden biri benzer bir kaza geçirdiğinde ve artık yaşamak istemediğinde “Gözünü seveyim, git konuş!” diye beni yolluyorlar. Ona kendi hikâyemi anlatıyorum. Yaşama sevinci veremediğim kimse olmadı. Çünkü yaşam, her şeye rağmen benim durumumda olan biri için bile şahane bir hediye!
Ama siz de ölmek istediniz…
-Tabii, tabii. Ama kendimi öldürebilmekten bile âcizdim. Parmaklarım tutmuyor ki, bir enjektör filan saplayayım kendime. Bırak binayı, kendimi yataktan aşağı bile atmayı beceremiyordum. Ölmek istiyorsun, onu bile beceremiyorsun. Bir keresinde annemden rica ettim. “Duymamış olayım!” dedi. Arkadaşlarımdan rica ettim. Ciddiye almadılar. Benim en büyük şansım, ailemin ve yakın arkadaşlarımın çok destek olmasıydı. Gelip beni dördüncü kattan sandalyemle aşağıya indiriyorlardı. Rahmetli halam Londra’da yaşıyordu. “Tedavi olurum, iyileşebilirim” düşüncesiyle oraya gittik. Konunun uzmanı İngiliz doktor, muayene ettikten sonra, artık yaşamımı kendime göre düzenlemem, giriş kata taşınmam gerektiğini çünkü hiçbir zaman iyileşemeyeceğimi söyledi. Aslında Türkiye’de hiçbir doktorun söylemediği gerçekleri tak tak yüzüme saydı. Kamyon gibi çarptı ama o sayede kendi gerçeğimle yüzleşmiş oldum. Dönünce giriş kata taşındık.
“Engelli eşittir acınacak insan” değildir!
Benzer şeyler yaşayan bir arkadaşım var. Tam 20 yıl eski hayatından kimseyle görüşmek istememiş. Siz o yılları kaybetmemeyi nasıl başardınız?
-Ben hayata küsmedim. Tabii ki çok büyük bir şok, kızgınlık, isyan, her duyguyu aynı anda yaşıyorsunuz ama ne fayda… Geri dönüşü yok, bunu kabul etmek ve hayata devam etmek gerekiyor. Tabii şu da var, ben kişilik itibariyle sorunun parçası olmayı değil, çözümün parçası olmayı tercih eden biriyim. 1991’de, Bakırköy’de bir yerel gazetede yazmaya başladım. Bu, hayatımdaki dönüm noktalarından biri oldu. Gittikçe daha sosyalleştim. Derken derneği kurduk. Yeni oluşacak kazaları engellemek gibi bir hedefim vardı. İşte o dönem Semra Çetinkaya’yla tanıştık. Hepimiz ilk yardım eğitimi aldık. Amacımız kazaları önlemek ve ilk yardımda doğru müdahalenin nasıl olacağını anlatmaktı. İlk başladığımız yer bir okuldu. Show TV’den biri gelmişti. Röportaj yapmak istedi. Dedim ki, “Buradaki haber ajitasyon yapılacak bir şey değil! Aman ha! Bizler çeşitli kazalarda yaralanmış insanlarız ama eğitimci olduk. İnsanlara, ‘Benim yaptığımı yapma, benim gibi olursun’ diyoruz. Lütfen bu mesajı doğru yansıtın. Ağlak haber yapmayın!”
Ama yaptılar di mi?
-Hem de nasıl! ‘Engelli, eşittir acınacak insan’ yargısını pekiştirdiler. Üstelik biz bu önyargıyı kırmaya çalışırken. Yaptığımız çalışma Brezilya’da, Omurilik Felçlileri Dünya Kongresi’nde en iyi sunum ödülü alırken, bizim televizyonlar haberi ‘Mendillerinizi hazırlayın. Birazdan izleyeceklerinize inanamayacaksınız! Az sonra… Az sonra…’ diye verdiler. Öyle de kötü bir metin yazmışlar ki! O zaman şunu anladık, bizim, medya dahil herkesi eğitmemiz gerekiyor ve bu zaman alacak. Mesela bugün Semra ile hastanedeydik, muayene olduğumuz bütün doktorlar bize “Ama nasıl olur, siz gülüyorsunuz, neşelisiniz!” dedi. Çıkınca şunu düşündük, hastanedeki doktorları da eğitmemiz gerekiyor.
Ama siz çok özel iki vakasınız. O kadar hayat dolusunuz ki, insan gerçekten şaşırıyor…
– Bakın ben, “Başkaları için ne yapabilirim?” diye sorduğum gün, sakatlığımı aşmaya başladım. İnsanlara, yaşama tutunacağı bir şeyler verirseniz, eğitim anlamında, meslek anlamında, hobi anlamında ve onlar bunu iyi değerlendirirse, hayata tekrar bağlanırlar. Başkaları da onu sakat olarak görmez. Biz işte dernek olarak hep bu fikrin peşinden gittik…
Hayatını bana adadı
Anneniz ne yaptı?
-Kazadan sonra hayatını tamamen bana adadı. Bir gün baktım parmağından asla çıkarmadığı yüzüğü yok. Anladım ki onu da satmış. Çok üzüldüm. Epey masraflı bir hastalık bu. Tabii bir de agresif ve kırıcı oluyorsunuz. En yakınınızdaki insanı bile incitiyorsunuz. Bir gün baktım odada ağlıyor. Çağırdım, “Anne, n’olur beni ben olarak düşünme, şu anda kendimde olmadan yapıyorum bunları. Bir daha söylediklerimden kesinlikle alınma!” dedim. İnanılmaz bir kadındır. Asla hakkını ödeyemem. O yüzden diyorum ki, herkesin annesi onu bir kere doğurur, benimki beni her gün yeniden doğuruyor!
Biriyle evlenirsem diğerlerine haksızlık olurdu!
İnsanın elinin ayağının tutmaması âşık olmasını engellemiyor değil mi?
-Tabii ki hayır. Kaza geçirmeden önce de kız arkadaşlarım vardı şimdi de var.
Hiç evlenmek istemediniz mi?
-Yok hayır! Diğer kadınlara haksızlık olurdu. E çünkü sadece birisiyle evli olacaktım, geri kalanları kendimden mahrum etmeye hakkım olmadığını düşündüm! İşin şakası bir yana, yaşamımda evliliğe yer yok. Hayatın bazı gerçekleri eninde sonunda çıkıyor karşınıza. Kazadan sonra yaşadığım en uzun ilişki sekiz yıl sürdü. Evlilikle ilgili planlar hiç yapmadım. Ama hayatımda olan kadına hep evliymişiz gibi değer verdim. Ona hep önemli olduğunu hissettirdim.
Allah korusun annenizden sonrasını düşünüyor musunuz?
-Bak işte o derin konu! Düşünmemeye çalışıyorum. Dualarımda Allah’a, “Bana bunu yaşatma!” diyorum ama tabii her şeyin en iyisini Allah bilir. Bunu da yaşatırsa bir nedeni var demektir. Ama bu sorunun cevabı henüz benim yüzleşeceğim bir şey değil.
UYARI LEVHALARI KONULSUN
-Türkiye’de 120-150 bin omurilik felçlisi var. Her yıl ortalama 2000-2500 kişi çeşitli kazalarda felç kalıyor. Ama net bir istatistik yok. Haliyle kaç kaza olmuş, kaçı ölümle sonuçlanmış, kaçı hayatta bilmiyoruz.
-Almanya’daki Omurilik Felçlileri Derneği yöneticilerinden biri geldi. “Sizde” dedim, “kaza nedenleri üzerine istatistik tutuluyor mu?” “Bu nasıl soru! Tabii ki” dedi, “incir ağacından düşenleri bile biliyoruz!”
-Bir omurilik felçlisinin devlete maliyeti ortalama 4 milyon dolar gibi hesaplanıyor. Ama Türkiye’de çoğu yerde, “Burası sığdır! Atlamayın” diye uyarı lehvası bile yok. Amerika’da ve Avustralya’da uyarı levhalarıyla bu kazaların yüzde 70’i önlenmiş. Bizde o bilinç nerdeee?
-Ben sizin aracılığınızla bir daha haykırmak istiyorum. Mutlaka birilerinin canının daha mı yanması gerekiyor. Yazık değil mi?