Nohut Meksika’dan… Mercimek Kanada’dan… Fasulye Tacikistan’dan… Börülce Peru’dan…
BUGÜN Cuma… Kadın girişimcileri, yaratıcı kadınları yazma günü bugün. Refika Birgül’le huzurlarınızdayım. Tanıdığım en yaratıcı kadınlardan biri. Biliyorsunuz o, nevi şahsına münhasır bir aşçı, yemek ve yemek kültürü yazarı!
İnsanlarla arasına asla mesafe koymayan dünyalar tatlısı biri. Ukala değil, “Her şeyi en iyi ben bilirim!” havası basmıyor. Bence kendi alanına yepyeni bir soluk getirdi…
Veeee olağanüstü güzel YouTube videoları var. Köftesini ve mücverini mutlaka izleyin. Bana ilham verdi, 2018’de ben de onun peşinden bu işlere gireceğim. Onun kadar da samimi ve sahici olmaya çalışacağım. Bir yönü daha var, yerli malının en ateşli savunucularından. Buyurun sizi aşağıdaki röportaja alayım…
– Sen sürprizlerle dolu bir kadınsın! Beni yine şaşırttın. Sofralarımızdaki birçok yemeğin ana malzemesinin ithal olduğunu öğrendim senden. Ve şok geçirdim… Bir kere, neler onlar?
Artık herhangi bir markete gidip bakliyat aldığında, üzerinde menşei yazıyor Ayşecim. Bak burada (elindeki bakliyatları gösteriyor) nohudun Meksika’dan… Mercimeğin Kanada’dan… Fasulyenin Tacikistan’dan… Börülcenin Peru’dan geldiğini okuyoruz…
– Oha! Pardon ama tepkim böyle oldu…
Yok yok anlıyorum seni. Benim tepkim de farksız…
– İyi de Türkiye’de yetişmiyor mu? Neden bunlar yurtdışından geliyor? Nohudun Meksika’dan, mercimeğin Kanada’dan, börülcenin Peru’dan gelmesi utanç verici değil mi?
Bence öyle! Ben bir de ekstra hassasım bu konuda. Börülceyi Peru’dan yemek bana vatan hainliği gibi geliyor. Ama Anadolu’da bir laf vardır, “Eşeksen, binerler!” Kabahat bizim…
– Bir dakika ya… Bu topraklarda yetiştirilmesi imkânsız mı?
Değil tabii ki! İşin acı tarafı, bu güzelliklerin bir kısmının anavatanı burası…
– E o zaman…
Her şey, büyük marketlerin olay yaratacak, sansasyonel indirimler yapmak istemeleriyle başladı. İç Anadolu’nun mercimeğini alıp paketlemek, Kanada dolarıyla alınıp gemilerle gelenden nasıl daha pahalı olabiliyor ki? Ama yurtdışından eski yılların hasatlarını almaya başlayınca oluyor işte…
– Peki bizim çiftçinin yeni hasadı ne oluyor?
Elinde kalıyor tabii! Maliyetine satmak zorunda kalıyor ya da satamıyor. Sonra ne oluyor? Başka bir şeyler ekmeye yöneliyor. Bunun için hatta kredi alıyor, borca giriyor. Ya da küsüyor, oğlunu kaptırdığı şehre o da göç ediyor! Ve biz, bir anda, dünya birincisi olduğumuz mercimekte kendimize yetmez oluyoruz. Bunun yanında tarım ve hayvancılığa verilen teşvik ve desteğin de son 50 yıldır yanlış kurgulanmasının da büyük payı var bu sonuçta…
– Sen peki, neyi savunuyorsun?
Globalizasyon, glokalizasyon dönemi bitti! Brexit, Trump dönemiyle merkeziyetçi, sert kurallar tekrar geliyor. Bu sefer insanlar daha acımasız, kılıçlar daha keskin, dünyanın hızı da algoritmik arttı! Ülkeler kendi kendilerine yetebilir sistemler kurabilirlerse, varlıklarını sürdürebilecekler. Tarım, öz kaynaklar ve sularımız her zamankinden çok daha önemli yani. Ama gel gör ki, fındık, çay, buğday, pirinç, şekerpancarı ve aklına ne gelirse artık tehdit altında…
AĞZINDAKİ DOLMAYI ÇİĞNERKEN… ÖYLE BİR BİLGELİK VAR Kİ O DOLMADA…
– Sen yerli üretimi mi misyon edindin?
Elbette! Yeterince üretmediğimiz sürece köleyiz! Ayrıca üretmeyince, dominant kültür geliyor, başka bir kültürü dayıyor burnuna. Yüzyıllardır kanında, ruhunda olan, atalarından olan bilgiler uçup gidiyor. Tek bir sarma dolmayı düşün şimdi. Isır… Yaprağı yardın, dudaklarında tatlı bir kayganlık, pirincin yumuşaklığı, baharatların karmaşık duyguları, soğanın ekşi tatlılığı ve en son üzüme denk geldin, çıt etti, kırdın dişinle… Ağzındaki dolmayı çiğnerken, öyle bir bilgelik var ki ol dolmada, öyle çok hikâye var ki… Şimdi de gözünü kapa ve 1 alana 1 bedava 10 liralık pizzadan ısır. Ne hikâyesi, ne yaşanmışlığı, ne lezzeti olacak ki… İşte bu, sadece yemekte değil, kıyafette, müzikte, aile ilişkilerinde de böyle…
SİYEZ BUĞDAYININ HİKÂYESİ HERKESE ÖRNEK OLMALI
– “Türkiye’de muz yetişmez, çay yetişmez!” diyen birilerinin olduğu doğru mu?
Yıllar evvel, İsveç’ten Prof. Tengwall diye birini getiriyorlar, “Türkiye’de muz, çay yetişir mi?” diye. “Hayır” diyor çok kesin ve net. Ayrılan kaynaklar kapatılıyor, araştırmalar sonlandırılıyor. Ama çay için Zihni Derin Bey, “Herkese ve her şeye rağmen devam!” ediyor… Muz için de öyle… Ve bugün, ciddi bir çay üreticisiyiz! Dünyadaki 1 numaralı tüketiciyiz aynı zamanda. Her evde demlikler kaynıyor. Çayın kokusu, bize onlarca hissi bir arada yaşatıyorsa, işte o şahane adam sayesinde…
– Peki senin bu söylediklerine karşı çıkanlar var mı?
Bazen bildiğin tehdit, bazen dava açmak isteyenler, çokça nutuk çekenler oluyor! Ben de onlara siyez buğdayının hikâyesini anlatıyorum.
– Hadi bize de anlat…
Siyezin hikâyesi, tüm illerde özel ürün yapan insanlara örnek olması gereken bir hikâye. Kastamonu’da Mustafa Afacan, bu değerli ürünün farkına varıp, üreticileri de destekleyerek hepimizi öğretti. Sanırım 6 yıl evvel siyez, “presidya” oldu. Bugün Londra’da bir kafenin mönüsünde “Türk siyez bulguru” yazabiliyor, bundan daha mutluluk verici ne olabilir? Üretim de katbekat arttı. Katma değerli, çok kıymetli bir ürünümüz oldu. Hem de sağlıklı. Siyez, bunun bugün de yapılabileceğinin kanıtıdır. O yüzden çok önemli. İlhan Koçulu mesela, Kars’ta gravyeri dünyaca meşhur hale getiriyor. Neden Konya’nın küflü peyniri de bu talihe sahip olmasın? Kanımca kilosu 300 liraya satılabilecek gastronomik değerde bir peynir…