Kızlar, istediklerini öpebilmeli!
Ama her seferinde beni şaşırtmayı başarıyor. Karşıma hep daha başka, daha güzel, daha yaratıcı biri olarak çıkıyor. Yaş aldıkça, bir roman daha yazdıkça, bir çocuk daha doğurdukça (!) güzelleşiyor. Derinleşiyor. Son romanı ‘Venüs’ bir aile tarihçesi ve tadından yenmiyor. Bu tatil günlerinde okunacak gerçekten en güzel kitaplardan biri. Eksik kalmayın.
Bu senin en ‘iyimser’ romanın, hayırdır? Yaşlanıyor musun?
– Eh, 40 oldum. İlk kitabımın yayımlanmasından bu yana 20 yıl geçti. Televizyonda bir programımın tekrarı veriliyordu geçenlerde. Basketbol maçı bekleyen bir oğlan tweet atmış: “Teyze, kısa kes maç başlasın!” Hoşuma gitti. Evet, galiba yaşlanıyorum ve üzerime bir iyilik hali geldi!
ÂŞIK OLMAK GİBİ
‘Venüs’, çok eğlenceli, çok hüzünlü, bol şamatalı bir ‘aile romanı.’ Nereden esti?
– Valla, benim dünyaya geliş sebebim bu: Yazmak! Zaten elimden başka bir iş gelmiyor. Gerçi o esintiyi yakalamak hep zor oluyor. Ama o rüzgârı aldıktan sonra beni kimse tutamıyor. Yine öyle oldu. Bir ‘histir’ yazmak. Birine âşık olmak gibi. Kendi ailem, köklerim ilham verdi. “Bari” dedim, “bu defa da kendi soyağacımın dallarında şakıyayım!” Bir aile tarihçesi yazdım…
Masal gibi anlatmışsın. Ne kadarı sizin aile, ne kadarı kurgu?
– Arnavut olmaları, göç ederken İngiltere mi, İstanbul’a mı kararsız kalmaları, 1894’te İstanbul’u seçmeleri, şehre ayak basar basmaz deprem olması, bizim ailenin hikâyesi. Kendini yazdırmak için, bir Arnavut’tan beklenmeyecek bir sabırla, bir köşede beni yıllarca bekledi…
Biraz da Arnavut olmaktan söz etsene. Şu meşhur inat mevzuu mesela…
– Oooooo! Bir Arnavut, çarşıya ekmek almaya gidip, barut alıp dönermiş! Vardır hepimizde bu damar. Bu romanları bana yazdıran da inadım…
ÖZGÜRLÜK HİSSİ
Kahramanın Şekina Hala, evlere şenlik! Erkekleri ve cinselliği seven, muhteşem ve pervasız bir kadın. Şahane de aşk hikâyeleri var…
– Ben onu özgürlük hissim ve içgüdülerimle var ettim. Daha doğrusu, sanki, ailemin güzeller güzeli ama bir o kadar talihsiz kadınları, el verdiler de yazdım…
Özgürlüğüne düşkün Şekina’lardan şu anda çok yok…
– Doğru. Muhafazakârlık, sadece Şekina Hala’ları değil, hayatı kurutuyor!
1894’lerden de geriye mi gidiyor kadınlık durumu?
– Hiçbir zaman fazla ileri gitmemiş ki! Kadına iyi davranan bir toplum olmamış Türk toplumu.
ÖLÜM FETVASI
Şekina Hala, o yaşadıklarıyla, kimilerinin ahlak anlayışına göre yargılayacakları bir kadın. Nasıl oluyor da ‘or…pu’ diye damgalanmaktan kurtuluyor?
– Rahmetli babaannem, “İnsan kendisini nasıl görürse öyle olur” derdi. Şekina’nın ekonomik gücü var. Bu, ona iktidar sağlıyor. En önemlisi, hiçbir gücün satın alamayacağı bir özgürlük duygusu var. Ki bence, bir kadın için en gerekli şey. Ne olursanız olun, yeter ki özgür olun! Şekina, gücünü özgürlüğüne olan tutkusundan alıyor.
Bu kadın gerçek olsa, başına neler gelirdi? O da Hüseyin Çelik’ten azar yer miydi?
– Aslında, o dönemin Hüseyin Çelik’inden azar işitiyor! Caminin, harem kısmından Müftü Hazretleri’ne laf yetiştiriyor. Sonra tabii, ucu çivili sopalarla kovalanıyor. Ardından, hakkında ölüm fetvası çıkıyor ve bir erkek kılığında dolaştığı günler başlıyor. Söz, Hüseyin Çelik’ten açılmışken, ben vatandaş Hüseyin Bey’in tecavüz davaları ve bu davalara verilen ve hatta verilmeyen cezalar, ayrıca içinde devlet yöneticilerinin bulunduğu ‘tecavüz çeteleri’ için ne düşündüğünü de merak ediyorum…
MARŞINI BESTELEDİM
Romanda bir de ‘kızlar manifestosu’ var, bayıldım!
– Evet, romanın en şeker, en şurup bölümü bence. “Kızlar, erkekler gibi etraflarına fıldır fıldır bakmalı, başını yerden kaldırmalı!” diye başlıyor. ‘Kızlar manifestosu’nu yazabildiğim için mutluyum. Marşını bile besteledim kafamın içinde çalıp duruyor: “Kızlar, istediklerini öpebilmeli!”
İnsanlara en büyük kötülüğü evlilikleri yapıyor
Kadınlık, hem romanının kahramanına, hem de sana göre, annelik ve evlilikle taçlanmıyor…
– Evet. Ben bu dayatmalara karşıyım. Üç çocuk isteyen siyasete de. Üç çocuk isteyen siyasetçiler, önce kadına yönelik şiddeti, ekonomik sömürüyü sonlandırsınlar. Romandaki kahramanıma gelince, onu dibe çeken şey evliliği, onun için bir cehennem oluyor…
Ama sen de evlisin…
– Kimi zaman biz de Manuel’le birbirimizi dibe çekiyoruz. Herkes için evlilik, başlı başına büyük bir hikâye. Pek çok kadının, evlilikleri yüzünden dağıldığını düşünüyorum. Sürekli incitilmek insanı mahveder. Ya da birisinin ona, ebeveyni gibi davranması. İnsanlara en büyük kötülüğü, evlilikleri yapıyor. Bir de bizim gibi muhafazakâr toplumlarda, bir sürü genç kız, evindeki baskıdan kurtulmak için gidip evleniyor. Aksine, o zaman duvara tosluyor. Bu bana çok trajik geliyor. Evlerin içinde, evcilik oynar gibi, yeni eşyalarıyla mutlu olmaya çalışan kadınların durumu çok üzücü bence. Mutluluk, ne evlilik ne de başkaları. Ne de parayla alınan şeyler mutluluk. Mutluluk, insanın kendi biricik hali. İşte, roman okumayı eşsiz kılan da bu. Elinizde bir kitap ve siz bir başınıza teselli buluyorsunuz. Edebiyat ve şiir için, herkes hayatında bir yer açmalı. İnan, bu taksitle alışveriş yapmaktan çok daha iyi. Başka dünyalara bakmanın en güvenli ve en eğlenceli yolu…
Ailelerimiz gölgemiz gibi
Gelelim senin ailene… Babanın dedesi, gerçekten kahveyi, para yakarak mı pişirtirmiş?
– Evet. O yüzden de, bizim ailenin, parayla ilişkisi kötüdür. Rivayet o ki, dedem, yine romandaki gibi, bir İngiliz askerini öldürüp, çiftliğe gömdürmüş. İngilizceyi bir geri zekâlı gibi konuşmamın sebebinin bu günah olduğunu düşünürüm hep!
EVRİM GEÇİRDİK
Zengin Arnavutlara, gerçekten ‘prens- prenses’ mi denirmiş?
– Evet öyle. Parayla her şeyin satın alınabileceğinin kanıtı. Yanlış biliyorsam özür dilerim, Arnavut olan Kemal Derviş, İngiltere’de öğrenciyken, kartvizitine ‘Prens’ yazdırmış. Bizimkiler de heyecan yapmışlar, “Biz de yazdıralım” diye. Ama geçmiş olsun…
Kemal Derviş’in prensliği neredenmiş?
– Ailesi köklü bir Arnavut. Gazeteci Sedat Ergin, Tanıl Bora bildiğim, tanıdığım Arnavutlardan. Hepsi de, eşyanın tabiatına ters bir sükûnet ve mantık içinde. Sanırım evrim geçirdik!
Romanın, ailenin hikâyesiyle başka benzerlikleri var mı?
– Aslında bu roman, ailede konuşulup duran bir hikâyenin benim üzerimdeki yükü. Dedemin annesi, yani benim romanımı adadığım Belkıse Hanım’ı, akıl hastanesine yatırmışlar. Tıpkı romandaki gibi…
Neden peki?
– Bence Alzheimer’dı. Zenginliğini kaybedince de hastalanmış olabilir. Üzücü olan, bir sürü çocuğu var ama öldüğünde hiçbiri annelerinin cenazesini o akıl hastanesinden almaya gitmiyor.
Çok fenaymış. Bu nasıl açıklanabilir? Ya da açıklanabilir mi?
– Muhtemelen Belkıse Ninemiz, anne olmak istememişti ve çocuklarından uzak durdu. Belki çocukları bunun intikamını aldılar.
Bir annenin, çocuklarını sevmeme ihtimali olabilir mi?
– Niye olmasın? İnsan, bir muamma. Ruhumuzun öyle karanlık noktaları var ki. Bir de insanın istemediği bir şey ona dayatılınca, zorlanma başlıyor.
Peki çocukların annelerini sevmeme ihtimali var mı?
– Bence, bu da olabilir. Ruhumuzda, öyle çok şeyin tortusu kalıyor ki. Ben de, onların ellerini, kollarını bağlayan şeyi merak ediyorum. Üstelik her biri iyi birer insanken. Mutlaka kendi içinde güçlü bir nedeni olmalı. Daha da acayibi torunlar, mezar sorduğunda, sanki orada gömülüymüş gibi boş bir mezar gösterilirmiş.
Tamam bir romancı olarak, herkesi anlamaya çalışıyorsun. Peki gerçek hayatta, aynı beceriyi gösterebiliyor musun?
– Yok, fena halde çuvallıyorum. Roman yazmak, kaçış noktam. Masa başında kendimi şahane hissediyorum. Kimseyle muhatap olmamak gibi bir lüksüm oluyor. Zaten benim için azap, roman çıkmak üzereyken başlıyor. Utanmaktan, garip görünmekten, tuhaf bulunmaktan ödüm patlar. Bence bu da, aileden sirayet eden bir şey. İşin o kısmını da romancılığımla telafi ediyorum. Masa başında hiçbir şeyden korkmuyorum. Romanlarımda söylüyorum, yazıyorum ve hatta yaşıyorum. Çünkü böylesi daha kolay. Zor olan gerçekten yaşamak. Çünkü işin içinde başkaları var.
BEN BÖYLE GÜZELİM
Senin tezine göre, korkaklar, hayatla mücadele edemeyenler mi ‘yazı insanı’ oluyor?
– Bence öyle. Ben insan idare etmesini bilmem mesela. Herkesin tereyağından kıl çeker gibi, içinden çıktığı durumlarda, ben saçmalarım. Haklıyken, suçlu olurum. Ama biliyorum ki, ben böyle güzelim. İnsanın önce kendisini olduğu gibi kabul etmesi gerek. İnsanın önce kendisine huzur vermesi gerek!
Özetle, ‘aile tarihi’ denilen şey, kaçamayacağımız bir şey mi?
– Evet. Kader, vasiyet ne dersen de… Ailelerimiz, gölgemiz gibi. Hakikaten romanda söylediğim gibi, kimse, aile tarihinden kaçamıyor. Atsan atılmaz, satsan satılmaz bir şey. Kanla taşıdığımız hastalıklar gibi, genetiğimiz gibi hisler ve huylar da kuşaktan kuşağa taşınıyor.
Hayattaki yazarlık rolünü sevmem
“Ararat’la birlikte beni hayatta çok zorlayan şeyleri de doğurdum. Plasentayla birlikte ‘lök’ diye çıkıp gittiler” diyorsun. Nedir onlar?
– Çok katıydım, esnedim. İyi geldi bana, ikinci defa anne olmak. Huysuz bir hayvanın doğurup sakinleşmesi gibi. Artık kimi, ne zaman ciddiye alacağımı biliyorum. Kendime saçmalama hakkı tanıyorum.
Hayatta bir ‘hiç’ misin gerçekten? Masa başında mı bu ‘hiç’in içini dolduruyorsun?
– Bir kekemenin şarkı söylemesi gibi benim için yazmak. Rahmetli babannemin ilk kitabıma, şöyle bir bakıp dediği gibi “Ayol bundan hiç bekler misin!” Öyle… Hayatta ‘hiç’ olmak beni masa başında var ediyor. Bu yüzden hayattaki yazarlık rolünü sevmem. Ben, masamın başındaki hayalperest kadın olarak yaşamayı ve ölmeyi tercih ederim.
Ararat’ı 38’imde doğurdum
38’inde tekrar anne olmanın en şahane tarafı ne?
– Başına ne geleceğini biliyorsun, en şahane tarafı bu! Ayrıca, puset itmekten kollarının uzadığı günlerin geçip gideceğini, dünyaya gelenin büyüdüğünü de…
En büyük destekçin kimdi?
– Hiç kimse. Tribün boştu valla. Ama kızımın yardımlarını yadsıyamam. Sağ olsun, 15 yaşındaki kızım Tamar, beni daha 40’ım çıkmadan evden çıkardı. Sonra elime, ayağıma, renk renk ojeler sürdü. Manikür, pedikür terapisi yaptı. Doğumdan sonra kilo vermeme de yardımcı oldu. Ne zor şeymiş kardeşim diyet yapmak! Valla o sıkıntı ve enerjiyle iki roman daha yazardım! Doğuma giderken 77 kilo olmuştum, 25 kilo almıştım, “Herkürella” diye çağrılıyordum evde. Şimdi yine 52’yim…
Erkek annesi olmak farklı mıymış?
– İliğimize kemiğimize işlemiş, o utanç verici ‘erkek ayrımı’ var aslında. İnsan bunun zerresini ruhunda yakaladığında çok çok utanıyor, mahcup oluyor. Ama var gücümle kadınları mutlu edecek, onların kalbini asla kırmayacak bir erkek yetiştirmeye and içiyorum!
Fotoğraf:SENİH GÜRMEN