Corona’da favori dizim Masumlar’dı. Yarın sezon finali var. Biraz üzülüyorum aslında Derenoğlu Ailesi’nden ayrılacağım diye, henüz hazır değilim. Ezel’den beri hiçbir Türk dizisine bu kadar bağlanmamıştım. Hikayesini ayrı, oyuncularını ayrı, yönetmenini, yapımcısını, senaristlerini ayrı sevdim. Müthiş bi özen, emek gördüm. Oyuncuları ayakta alkışlıyorum. Bence olağanüstü performans sergiliyorlar. Bi de tüm ekibin, takım ruhu yansıyor, o birlik hissi bize geçiyor. Gerçekten büyük alkış. Pek çok oyuncusuyla röportaj yaptım.
.
Bugün de sırada dizinini senaristleri var. Deniz Madanoğlu ve Rana Mamatlıoğlu. İki muhteşem genç kadın. Sorularıma öyle güzel, öyle derin yanıtlar verdiler ki, hayran kaldım. Bugün iki üç post, yarın iki post şeklinde okuyacaksınız. En azından, Masumlar’ı benim kadar sevenler okurlar. İkisi de çok özel kadınlar. Ne varsa kadınlar da var zaten :)) Bu dizinin yönetmeni de kadın zaten…
.
Masumlar Apartmanı’nın senaryo ekibini Deniz Madanoğlu oluşturmuş. Senaristlikten önce bir gazetede çalışıyormuş, masa başı bi işmiş. Çok yaratıcı bi kadın, haliyle onu pek açmamış. Tiyatro oyunları yazarak senaristliğe başlamış. Medet, Poz ve Yan Rol tiyatro oyunlarını yazmış.
.
Fox’ta yayınlanan Bir Aile Hikayesi dizisinin senaristliğini yapmış. Sıcacık, gerçek bir aile hikayesiydi. Ama kısa sürdü.
.
Rana Mamatlıoğlu ise Mimar Sinan Üniversitesi, Tiyatro Bölümü mezunu… İngiltere’de konservatuvardan sonra eğitim almış.
.
Hayali oyuncu olmakmış. “Senaristlik yapmak istemiyorum” deyip, oyunculuğa devam etmiş. Fakat hayatın sürprizleri işte. Kendini yine senarist olarak çalışırken bulmuş.
.
İki kadın da işlerini ölerek, bütün ruhlarını vererek yapan kadınlar. Manyak bi tempoyla çalışıp, bu harika diziyi bizimle buluşturdular. Tebrik ediyorum. Şimdi onlara kulak verelim.
DİZİNİN BU KADAR SEVİLMESİ BİZİ ÇOK MUTLU ETTİ
“Masumlar Apartmanı”, Türk dizi tarihine damgasını vuran işlerden biri oldu. Yarın da sezon finalini izleyeceğiz. Tüm ekibi tek tek alkışlıyorum. Şu pandemide, Salı günlerimizi siz kurtardınız, birkaç saat nefes almamızı sağladınız…
Rana: Gerçekten o nefesi aldırabildiysek, ne mutlu bize! Yaptığımız işin ilgi görmesi, bu kadar sahiplenilmesi çok mutlu etti bizi…
SEYİRCİDE, BU KADAR GÜZEL KARŞILIK BULMASI, “DAHA İYİSİNİ” YAPMAK İÇİN BİZİ İNANILMAZ MOTİVE ETTİ
Peki bu nasıl bir sorumluluk? Her iyi bölümden sonra, “İşte şimdi yandık! Bundan daha iyisini nasıl yazacağız?!” dediniz mi? Her hafta, sınavdaymış gibi hissettiniz mi?
Deniz:Ben de “Vaoovv! Muhteşem bir şey yazdık. Bunun üstüne bi daha nasıl çıkarız duygusu hiç hissetmedim. Dolayısıyla, hiç sırtımı yaslayıp, “Şimdi onlar düşünsün!” gibi bir koltuk kabarması yaşamadım. Daha ziyade, bölümü televizyonda izledikten sonra, topluca ne kadar iyi bir iş çıkardığımızı fark ettim.
Rana: O “Yandık!” hissi hep oldu! Ama haftalık yayınlanan bir dizinin senaristliği, biraz da böyle bir şey. Bir sezonda, yaklaşık 40 bölüm yazmak, bunu da karakterlerinize, hikayenize en sadık şekilde yapmak ve üstüne koyarak ilerlemeye çalışmak çok kolay değil. Sakinlikle yapılabilecek bir iş, hiç değil. Bir de ben, kendi adıma, biraz da o endişeden beslenen biriyim. Kendini yiyenlerdenim yani. Ama yaptığınız işin, seyircide, böyle güzel karşılık bulması, “daha iyisini” yapmak için insanı inanılmaz motive ediyor.
HAN, İNCİ, HALİYLE BİRÇOK KARAKTER KİTAPTA YOK. NACİ DE ÖLMÜŞTÜ… GÜLBEN’İN ESAT’A DUYDUĞU AŞK DA YOK…
“Masumlar Apartmanı”, Dr. Gülseren Budayıcıoğlu’nun “Madalyonun İçi” kitabındaki “Çöp Ev” hikayesinden uyarlandı. Verilmek istenen mesaj aynı olsa da hikayede farklılıklar var. Neler onlar?
Deniz: Bir de kitapta; hikaye, tamamen terapi sürecinde geçiyor. Neriman’ın yaşı, Rana’nın söylediği gibi daha büyük. Ve hikaye, onun doktora gidişiyle başlıyor. Hikmet ve Gülben karakterleri, bu kadar sempatik değil. Buradan Metin Coşkun’a ve Merve’ye sevgiler… Safiye’nin lisede bir arkadaşı olduğu ve otobüs çarpıp öldüğünü biliyoruz, bir daha da hiç kimseye kalbini açtığını duymuyoruz. Biz Naci’yi yıllar sonra geri getirdik ve Safiye’nin seven ve aşk acısı çeken, daha kadınsal yönünü anlattık. Han gibi bir erkek kardeşleri yok. “Bu aileden erkek evlat çıksa, o nasıl sancılar çekerdi, ilerde ilişkisinde nasıl güven sorunları yaşardı?” bunu anlatıyoruz. Kaynağımız kitap ama bayağı bağımsız gidiyoruz.
Rana: Başta Han, İnci, haliyle birçok karakter kitapta yok. Neriman, liseye giden biri değil. Çalışan ve bizim hikayemizdeki Han gibi, ablalarına dayanak olan bir karakter. Bunun dışında ne fark var derseniz; kitaptaki zamandan farklı bir zamandan başladı bizim hikaye. Kitapta, karakterleri tanıdığımız zamanın öncesinden… Bunların dışındaki en büyük farklılık herhalde Naci. Gerçekte o, otobüs kazasında ölüyor. Ama biz, Safiye’nin aşkını; o aşkın, onda ne gibi etkiler, dönüşümler yaratacağını anlatmak istedik. Aynı şekilde, Gülben’in Esat’a duyduğu aşk da kitapta olmayan hikayelerden biri.
GÜNÜN SONUNDA, BİZ, “SEVGİ VE SEVGİSİZLİK NELERE KADİR?” ONU ANLATIYORUZ.
Aşk olmazsa, izlenme oranı düşüyor mu? Aşk olmayınca, diziler tutmuyor mu?
Deniz: Günün sonunda, biz, “Sevgi ve sevgisizlik nelere kadir?” onu anlatıyoruz. “Sevilmemiş çocuklar, sevmeyi öğrenebilir mi?” Bununla ilgileniyoruz. Bir de zaten, her şeyin yolunda gittiği bir aşk ilişkisi değil Han ve İnci’ninki. Romantizmden öte, ikisinin de zaafları belirliyor ilişkilerinin akıbetini. “Kesin tutar, aşk koyalım!” durumu bizim açımızdan yok yani, zaten ortada, ciciş bir aşk yok. İki insan arasındaki, “yakınlık korkusunu”, “güven sorununu” aşktan, daha kestirme anlatabileceğimiz bir yol yok bence.
Rana: Aşkın, bu hikayeye dahil edilmesi “Mutlaka aşk olmalı, yoksa tutmaz!” kaygısından çok, aslında bizim hikayemizdeki işleviyle alakalı. Çünkü aşık olmak; insanı, kendi içinde en fazla dönüştüren, evrilten ilişki biçimi bence. Han’ın aşık olması onu, “Değişmem gerek!” hissiyle yüzleşmeye zorluyor. Sevgisiz büyümüş bu adam, güzel sevmeyi becerecek mi, sevgi onu iyileştirecek mi?” sorusunu sordurtuyor. Derenoğlu ailesi de, “normal hayatlarının” o kadar da normal olmadığıyla yüzleşmek zorunda kalıyor. Ya da İnci yüzünden, sınırlarını zorlamaya mecbur oluyor. Yani İnci’nin ve ailesinin varlığı, Han’la yaşadığı aşkın yanında, bu aileye dışarıdan bir bakış ve akabinde de çatışma getiriyor. Bu da bir anlamda bizim hikayemizin tetikleyicisi oluyor.
EVDEKİ ÜÇ KIZ VE ANNE BABALARI DIŞINDA HER KARAKTER KURMACA
Peki başka hangi karakterler, Dr. Gülseren Budayıcıoğlu’nun romanında yok?
Deniz: Anıl, Okşan, Gamze, Emre, terapist Yağmur yok. Kısacası, evdeki üç kız ve anne babaları dışında her karakter kurmaca.
Rana: İnci’yle alakalı tüm karakterler. Memduh, Ege, Esra… Bunun dışında Esat, Bayram… Kısacası, Hikmet, Safiye, Gülben, Hasibe ve Neriman dışındaki tüm karakterler kurgu. Naci var ama hem adı başka hem de Safiye’nin gençlik döneminde görüyoruz sadece.
VARMAK İSTEDİĞİMİZ YERE YÜRÜRKEN FARKLI YOLLAR ÇIKTI KARŞIMIZA
Hikayeyi, bir tığ işi gibi, her hafta, kısım kısım örerken, sonunu bilerek mi ilerlediniz? Yoksa yol boyu yeni hikayeler, kreşendolar mı eklediniz? Demek istiyorum ki, hikaye, ilerledikçe doğurdu mu? Sizi bile şaşırttı mı?
Deniz: Bence biz, her bölüm, “Allah ne verdiyse” şeklinde ilerledik! Sadece sezon finaline dair, genel bir fikrimiz vardı. Onun dışında, çok sürprizli bir süreçti. Bölüm hikayesi toplantısından bile, finali netlemeden çıktığımız çok oldu. Rana’nın, benim ve bazen de Onur Bey’in, “Aha buldum!’ yöntemiyle ilerledik. Ki bu, bana daha yaratıcılığa açık ve garantisiz bir yolmuş gibi geliyor.
Rana: Temel olarak, hikayeyi nereye vardıracağımıza, karakterleri nereye, nasıl evrilteceğimize elbette işin başında karar verdik. Ama oraya varış biçimi, yolda netleşti. Yani varmak istediğiniz yere yürürken, farklı yollar çıktı karşımıza. Zaman zaman tıkandığımız anlar oldu, oluyor. Ama günün sonunda, birimizin bulduğu iyi bir çözümle oradan çıktık, çıkıyoruz. Galiba Türkiye’de dizi yazmanın hem en zor hem de keyifli kısmı da bu.
NACİ’NİN BU KADAR SEVİLMESİ BEKLENMEDİK BİR DURUM OLDU
Peki seyirciden gelen reaksiyonlara göre, tali yollara saptınız mı? “Şu karakter tuttu, ona daha fazla diyalog yazalım” gibi…
Deniz: Bilinç dışımıza kesin kaydoluyordur, hiç dikkate almıyoruz desek, yalan olur. Naci’nin bu kadar sevilmesi mesela, beklenmedik bir durum oldu. Sanırım orda, seyirci hassasiyetini dikkate aldık. Geri dönmesi meselesini kastetmiyorum. Zaten 13 bölümdü hikayesi ama biz de yazmaya doyamadık. Tansel de çok bütünleşti karakterle, Safiye’nin de yüzü gülünce… Bu çifte kıyamıyoruz diyelim. İnşallah iyileşir. Ama Anıl’ı mesela yazmayı çok seviyorum ve “Tuttu” mu “Tutmadı” mı hiç bilmiyorum, umurumda da değil.
Rana: Seyirciden gelen reaksiyona göre hikayeyi şekillendirmek, çok olası bir şey değil. Kaldı ki, seyircinin talepleri de farklı oluyor. Farklı karakterleri daha çok benimseyen, onları ağırlıklı olarak izlemek isteyen farklı seyirci grupları var. Bir hafta Safiyeciler’den linç yiyoruz, bir hafta Gülbenciler’den, bir hafta da İncici’lerden! Ha ama belki farkında olmadan etkilendiğimiz yerler oluyordur. İzlediğimizde, beklediğimizden daha iyi çıkan durumlar, karakterler görünce, mutlaka biz de kayıtsız kalamıyoruzdur.
AKTARACAĞINIZ DUYGULARI, DOĞRU BİR MATEMATİKLE KURDUĞUNUZDA, İYİ BİR SENARYODAN SÖZ EDİLEBİLİR OLUYOR
Bu işin ne kadarı matematik ne kadar duygu?
Deniz: Benim için durum farklı! Herkes bilir, benim matematiğim sıfırdır. “1 artı 3, kaç eder?” deseniz bile, ellerim terlemeye başlar. O yüzden kendi adıma, işin matematiğini hiç kollamıyorum. Ama yazdıkça, deneyim kazandıkça, işin kurgusal matematiğini içselleştirdim diyelim. Sezgisel olarak biliyorum artık, neyin ne kadar ve nasıl olması gerektiğini.
Rana: Senaryo yazmak kesinlikle bir matematik gerektiriyor! Ama tabii ki duygu olmadan asla olmaz. Galiba şöyle demek daha doğru: Siz, aktaracağınız duyguları, doğru bir matematikle kurduğunuzda, iyi bir senaryodan söz edilebilir oluyor.
GÜNÜN SONUNDA, BİZ HEPİMİZ HİKAYEYE HİZMET EDİYORUZ. SEYİRCİYE BİLE DEĞİL
Bir tür tanrıcılık oynamak gibi değil mi yaptığınız iş…
Deniz: Kaderleri bizim elimizde. Öyle bir “Güç bende artık!” kafası oluyor ama inandırıcılığı kolladığımız için, canımızın istediği şekilde uçmuyoruz, uçamıyoruz. Hikaye, bizim arzularımızdan daha önemli. Oyuncularınkinden de daha önemli. Günün sonunda, biz hepimiz, hikayeye hizmet ediyoruz. Seyirciye bile değil.
Rana: Yazdığımız dünyanın, gidişatını biz belirliyoruz. Evet, bu da belirsizliklerle dolu gerçek dünyada yaşarken, bize bir “kontrol bende” duygusu veriyor. Ama bu, sınırsız bir kontrol alanı değil. Çünkü o dünyada da bazı kurallara bağlı kalmak zorundayız. Hikayenin evrenine…
EĞER BİR ÇOCUĞA VİCDAN, MERHAMET, EMPATİ VE SAYGININ ÖNEMİNİ YAŞATMAZSANIZ, ÖĞRETMEZSENİZ, BEDELİNİ HERKES, TÜM TOPLUM ÖDER
Bu kadar iyi yazabilmek için ne kadar kafayı yediniz!
Deniz: Ben daha önce kafayı yediğim için antrenmanlıyım! Kendi adıma, 25 saati bulan kesintisiz konsantrasyonlardan sonra, başka bir boyuta ışınlanmamak epey zor bir iş. Şu anda yazarlık dışında, başka bir kimliği, oluşu yaşayamıyorum çünkü ne vakit kalıyor ne enerji. Bol su içip, uyku düzenine dikkate edip, ilaçlarımı alıp, terapime devam ettiğim, kedime- köpeğime sarıldığım sürece güvendeyim. Kafayı yememek gerçekten zor! Ama ‘iyi’ yazdığım için falan değil, sahici ve kendimi kanırtarak yazdığım için. Bunun bir “iş” olduğunu unutarak yazdığım için…
Rana: Öncelikle teşekkür ederiz! İyisini kötüsünü bir yana koyarak söyleyeyim, çok yedik! Bol bol anksiyete krizi, panik, uykusuz geceler, düşünmeler, üzerine konuşmalar, ikna olmamalar… Genel olarak yazmak, çok zor ve sancılı bir süreç. Çünkü yazma hali, biraz da insanı, kendisiyle yüzleştiren bir eylem. Bu da başlı başına kafayı yedirten bir şey tabii ki!
DÖRT KADINIZ SENARYO EKİBİNDE
Kaç kişilik bir ekipsiniz?
Deniz: Ben, Rana, ablam Melis ve Gizem var şu anda senaryo ekibinde.
Bir dizi, kaç günde yazılıyor?
Deniz: Rana bir buçuk günde, tretmanı yazıyor. Ben genelde üç günde senaryoyu yazıyorum.
Rana: Hikaye aşamasından senaryo teslimine kadar ortalama 5 günde.
KESİNLİKLE EKİP İŞİ!.
Peki siz, dizinin başarısını neye bağlıyorsunuz?
Deniz: Başarısını neye mi bağlıyorum? Pandeminin ruhuna, dizideki her unsurun çok iyi oluşuna, yapımcının vizyonunun genişliğine, yönetmenlerimizin dizi değil, sanat eseri üretmelerine, oyuncularının adanmışlığına, hikayenin samimiyetine ve genel geçer kuralların değil yaratıcılığın önemsenmesine… Senaristlerinin özel hayatının olmayışına bir de 🙂
Rana: Hani derler ya: “Bu iş, bir ekip işi!” diye. Gerçekten de dizimiz seyircide karşılık bulduysa, sebebi tam olarak bu. Bu kadar iyi çekilmeseydi, dünya bu kadar iyi kurulmasaydı, oyuncularımız karakterlerini bu kadar benimsemeyip, her seferinde kendilerine hayran bırakan performanslar sergilemeseydi, yapımcımız bu kadar cesur olmasıydı, sanat yönetiminden müziğine, ışığına, kurgusuna, ekipte yer alan her bir kişi işini bu kadar iyi yapmasaydı, belki de bu hikaye bu kadar sahiplenilmezdi. Tabii kanalımız TRT 1’in de böyle farklı bir hikayeye şans vermesi ve işin ilerleyişinde hep arkamızda durması önemli. Hikayemizin farklılığının da etkisi var tabii. Hepimizin bir yarası var. Hayatta, kimsenin hasarsız, yarasız, kusursuz olmadığını görmek; izleyenin yarasına da merhem oluyor. “Onlar da benim gibi zaaflı, benden çok farklı da olsa ‘bir nedenle’ bunları yaşamışlar!” diyor izlerken. Onların sebeplerini gördükçe, “Benimkiler de sebepsiz değil!” diyor belki. Bu da, diziyi, insani bir merakla, yargılamadan, anlayarak takip etme isteği doğuruyor sanırım.
ÇITA HEP YÜKSEKTE
Dizindeki herkes müthiş bir uyum içinde çalışıyor gibi. Ya da dışarıdan öyle görülüyor…
Deniz: Ben bugüne kadar dahil olduğum hiçbir ekiple sorun yaşamadım. Ama burada, “uyum”dan öte bir durum oluştu. Adına “heves” diyebiliriz. Herkes yapması gerekenin daha da üzerine koyuyor. Yönetmenlerle aynı kafadayız. İletişimimiz çok iyi. Uygulayıcı yapımcımız Ayşıl, her kurduğumuz hayal için imkanları zorluyor, sağ olsun. Oyuncuların nerdeyse tamamıyla, aynı yerden bakıyoruz meseleye. Gülseren Hoca ve Bilim Kurulu da var arkamızda. Neredeyse hiç kimse, “Ben tekim, birim! Yaşasın benim egom!” demiyor. Yapımcımızın Onur Bey oluşu gerçeği var bir de. Asla başarıya doymuyor, sağ olsun. Çıta hep yüksekte. Diğer yandan, “Şunu yapalım, bu çok tutar!” da demiyor, tribünlere oynamıyor. Değişik bir bileşim.
Rana: Gerçekten de görüldüğü gibi. Herkesin önceliği işine duyduğu saygı. Temel amaç da, ortaya iyi bir iş çıkarmak…
KADIN KARAKTERLERİN İÇ DÜNYASINA BÖYLE DERİN GİREBİLME ŞANSI, HER KARAKTERİ NİYESİYLE, NASILIYLA ANLATABİLMEK VE BUNUN SEYİRCİDE KARŞILIK BULDUĞUNU GÖRMEK, ÇOK KIYMETLİ
Sizin mesleğinizde bir Nirvana mı bu?
Deniz: Benim açımdan Nirvana! Bir önceki işime de çok inanmıştım, adanmıştım ama bu sanırım zirve oldu. Sadece reyting açısından değil. Konuşuluyor oluşu, merak edilmesi, karakterlere çok sahip çıkılması… Bunlar, hem güzel hem tehlikeli sular. Ben ilerde iyi bir iş yazsam da, 12 reytingi görmeyince; trend topiclerde olmayınca, kendimi başarısız hissetmekten korkuyorum mesela. Bu kafadan çıkmam lazım.
Rana: Nirvana dersek mesleği bırakıp köşemize çekilmemiz gerekir! Ama bir dönüm noktası olduğu gerçek. Bunu başarılı bir iş olarak görülmesi açısından söylemiyorum. Kadın karakterlerin iç dünyasına böyle derin girebilme şansı, karakterleri, sırf iyi-kötü ayrımında bırakmayarak, her karakteri niyesiyle, nasılıyla anlatabilmek ve bunun seyircide karşılık bulduğunu görmek, çok kıymetli benim için. Tabii bu karakterlerin çok iyi oyuncular tarafından oynanıyor olması ve böyle güzel çekilmesi de cabası. O yüzden, kişisel tarihimde Masumlar Apartmanı’nın yeri hep ayrı olacak.
TRETMANI RANA, DİYALOGLARI DENİZ YAZIYOR
Öyle cümleler, öyle dialoglar var ki, insan, “Vayyy be!” oluyor. Ne kadar uğraşıyorsunuz bu diyalogları böylesine zenginleştirebilmek için?
Deniz: Valla hiç uğraşmıyorum, kendiliğinden oluyor. Akışa geçtiğimde, kendi kendini yazdırıyor. Dönüp durup buraya bir şey bulayım, kuş kondurayım demedim hiç.
Rana: Diyalogları, Deniz yazıyor. Ben tretmanda referans diyaloglar yazıyorum Deniz’in kullanması için. O sözünü ettiğiniz, “Vayy be!” hissi bende de oluyor. Bu kadar doğal aynı zamanda da etkili diyalog yazabilmek herkesin harcı değil.
YARATICILIK GEREKTİREN NE İŞ YAPARSANIZ YAPIN, EN BÜYÜK YAKITINIZ MERAKTIR!
Siz, kendinizi nasıl besliyorsunuz? Bu kadar iyi senaristler/yazarlar olabilmenizin sırrını ne?
Deniz: Benim için sorunun cevabı yalnızlık, kendimle geçirdiğim vakitler, kafamın içini anlama çabam… Onun dışında, ben hep insan hikayesi kovalarım. Travma ve psikolojik rahatsızlıklara aşırı meraklıyım. Gündelik sohbetlerden çok sıkılırım. Hemen karşımdakinin hikayesini, çocukluğunu, yaralarını öğrenmek isterim. Delicesine psikoloji kitabı okurum. Kendimi yıllarca çok araştırdım, terapilerle, vs. İlgimi çeken yabancı dizileri kaçırmam. Müzik dinlerim. Yürüyüş yaparım. Mizahı güçlü insanlarla vakit geçiririm. Çünkü onlar daha çocuksu ve yaratıcıdır.
Rana: Bana, “Yaratıcılık gerektiren ne iş yaparsanız yapın, en büyük yakıtınız meraktır!” gibi gelir. En çok da başka hayatlara duyulan merak galiba. Ben çocukken bile, anneanneme, çocukluğundan itibaren hayatını anlattırıp, dinlemeye bayılırdım. Masallardan daha etkileyici gelirdi bana. Gerçek olduğunu bilirdim çünkü. Aynı sebepten olsa gerek, biyografik işleri, gerçek hikayeleri okumayı, izlemeyi severim. Şiir okumayı çok severim. Özellikle de kadın şairlerin şiirlerini, döner döner okurum. Nilgün Marmara, Didem Madak ve Birhan Keskin’e hayranım. Bir de çok seçici olmadan izleyebildiğim her şeyi izlerim dersem yalan olmaz. Bunların dışında, yazdığım şeyle bağımı yitirmemeye çalışırım. Burada bağ dediğim, hikayenin derdini sahiplenmek, karakterlerin hepsini bir yerinden sevmek, onlara şefkatini korumak. Çünkü bağ, herhangi bir sebepten koparsa, o kalem de oynamıyor.
Dizi yazmak, kitap yazmaktan daha mı keyifli? Siz, ikiniz de o kadar donanımlısınız ki pekala roman da yazabilirsiniz. Ama milyonlarca insana ulaşmak daha mı çok haz veriyor?
Deniz: Kitap yazmak, niyeyse, benim kafamda çok üst bir mertebe. Çok büyük hayat tecrübesi. Edebi ustalık gerektiriyormuş gibi bir mükemmeliyetçi yaklaşımım var. Aslında roman yazmayı çok isterim. Benim çalışma biçimime de çok uygun. Kendimi soyutlamakta hiç zorluk çekmem. Kapanıp yazarım ama bir itki, içimi kemiren bir çekirdek olması lazım. “Yazamadan edemiyor” olmak lazım ona soyunmak için. Dizi yazmanın keyfi şu, milyonlar izleyince, bir onay hissi var ve bu daha çok özgürlük imkanı tanıyor size. Daha özgüvenli oluyorsunuz.
Rana: Yazdığınız şeyin, birilerinin yaratıcılığıyla hayat bulup canlanması, birçok insana ulaşması çok güzel bir duygu. Bir de senaryo yazmakla, roman, öykü yazmak çok farklı matematikler. Her senaryo yazan iyi bir roman ya da öykü yazabilir demek değil bence. Ama bu, benim kendi adıma denemek istediğim, üzerinde çalıştığım bir şey.
Ben, tiyatrodan geliyorum. Sahnelemeye, bir metnin canlandırılmasına hizmet etmeye alışkınım. Sonuçta roman ya da öyküde, her okuyucu, o dünyayı kendine göre canlandırır kafasında. Bizde ise yazdıklarınız, bir anlamda ete kemiğe bürünüyor. Yani bizim için de, artık o apartman, gördüğümüz o apartman oluyor. Safiye; Ezgi, Gülben; Merve oluyor. Bu da yazdıklarınızı, izleyen insanlarla başka bir paylaşım alanı daha yaratıyor. Bu benim çok hoşuma giden bir şey.
FARKLI OLANA ÖN YARGI DUYMAK BUGÜNÜN EN BÜYÜK PROBLEMLERİNDEN BİRİ
Pek çok diziden farklı olarak, çok derin meselelere değiniyorsunuz. Sadece bir aşk hikayesi değil yani, çok daha ötesi… Bu, size nasıl hissettiriyor? Bir misyon üstlendiğinizi düşünüyor musunuz?
Rana: Bu, işe başlarken beni de Deniz’i de en çok heyecanlandıran şeydi. Böyle bir derdi olan bir iş yazmak çok güzel. “Dert” derken, kastettiğim, yalnızca çocukluk travmalarının insanların hayatındaki etkisi; şefkat ve sevgi görmeden yetiştirilen çocukların hayatlarına ne gibi hasarlarla devam ettikleri de değil; kendimizden çok farklı gördüklerimizin, tıpkı bizim gibi koskoca bir dünyaları olduğunu göstermek; bir anlamda “öteki” olarak görülen kişilerle, bir empati alanı, daha doğrusu, onların dünyalarına karşı bir açıklık yaratmak. Ki “farklı olana” ön yargı duymak, bugünün en büyük problemlerinden biri bana göre. İşte kendi hayatınızda da dert edindiğiniz bu meseleleri anlatma şansı bulmak, insana kendini iyi hissettiriyor. “İşe yarar bir şey yapıyorum!” dedirtiyor.
ÇOCUKLAR, AİLELERİNİN KUSURLARININ, EBEVEYNLİKTE ÇUVALLAMALARININ BEDELİNİ, HAYATLARI BOYUNCA ÖDERLER. BU, BENCE DÜNYANIN EN ÖNEMLİ KONUSU
Deniz: Bir önceki işimde de “Bir Aile Hikayesi”, bunun sorumluluğunu hissetmiştim. Ama orda, ideal, fonksiyonel, olması gereken şefkatli bir aile yapısını anlatıyorduk. Burada ise, olmaması gerekeni ve bundan sonra n’apabilirizi anlatıyoruz. Benim özel ilgi alanım bu zaten. Çocuklar, ailelerinin kusurlarının, ebeveynlikte çuvallamalarının bedelini, hayatları boyunca öderler. Bu bence dünyanın en önemli konusu. Buna uyanmak lazım artık. “Saldım çayıra, mevlam kayıra” değil yani! Sizin yetiştirdiğiniz insan, belki de dünyanın sonunu getirecek. Öyle dev hırsları olacak ki, ülkesini de gezegeni de mahvedecek. Ve belki, nükleer bombalar, korkunç silahlar kullanmaktan çekinmeyecek. Çocukların üstüne bile ateş açabilecek. Eğer bir çocuğa vicdan, merhamet, empati ve saygının önemini yaşatmazsanız, öğretmezseniz bedelini herkes, tüm toplum öder. Birey de toplum da hatta hukuksal düzen de hastalanır. Bilmem anlatabildim mi?