Baştan anlaşalım:
Sıla’cıyım ben.
Tarafım.
Ezilenin, dayak yiyenin, dövülenin, şiddete uğrayanın tarafındayım.
Çünkü şiddete karşıyım.
Çünkü güçlünün, gücünü kullanıp zayıfı ezmesine karşıyım. Bu yüzden Sıla’yı alkışlıyorum.
Zorbalık karşısında sinmediği için, ezilmediği için, çıkıp yüksek sesle konuştuğu için…
Hiçbir kadın kolay kolay ortalığa çıkıp bu tür şeyler anlatmaz. Biz anlatmayanlara tanık olduk yıllarca. Şöhretli çiftlerin tekme tokat birbirine girip sonra barışmalarına tanık olduk. Pek çok kadın sineye çekti.
Ama işte Sıla itiraz etti.
“Âşık olduğum adam beni dövdü!” dedi ve gitti savcılığa şikâyet etti. Sonra da bir daha da bu konuyla ilgili konuşmadı.
Ama son dönemde birbiri ardına manipülasyonlar patlıyor. Yok morluklar yokmuş aslında, yok Adli Tıp rapor vermiş, zaten dayak yedikten sonra gitmiş arkadaşlarıyla şarkı söylemiş…
İşi şiddeti normalize eden davranışlara kadar götürdüler.
Türkiye’de bu hep yapılıyor.
Ortalık toza dumana bulanıyor, sapla saman karışıyor.
Ama bütün bunlar şu gerçeğin üzerini örtemez, örtmemeli…
Bu kadın dayak yedi!
Ahmet Kural özür diledi. “Öfkeme hâkim olamadım” dedi. Önce şiddet kabul edilmişken sonradan çeşitli manevralarla sanki şiddet yokmuş havası yaratılmaya çalışıldı.
Ve unutulmasın ki bu herhangi bir magazin olayı değil. Kadına şiddet, kadına dayak olayı. Kimsenin normalleştirmeye, sulandırmaya hakkı yok.
Tabii ki 55 gün önce ona ulaşmaya çalıştım, çünkü kadınların sorunları benim de meselem. Ahmet Güneştekin’den rica ettim, Rahşan Gülşan’la haber yolladım, olmadı.
Ama geçtiğimiz pazar denk düştü, konuşma fırsatı bulduk. Baştan anlaşalım, bugünden itibaren okuyacaklarınız iki kadının sohbeti. Soru moru hazırlamadım ben. Aslında Sıla’yla röportaj da yapmadım. İki kadın sadece dertleştik. Sizinle de paylaşmak istedim…
Sıla güçlü, özgür, kimseye eyvallahı olmayan bir kadın. Hiçbir şeyi köpürtmüyor, abartmıyor, dümdüz anlatıyor. Çerçevesi de hep aynı: “Ben başıma gelenler karşısında susmadım, başka kadınlara da örnek olmak istiyorum, susmayın diyorum…”
Çıkıp konuştuğun için seni tebrik ediyorum. “Kınanırım, küçük düşerim!” diye düşünmedin, çıktın konuştun… Sadece Sıla değildi konuşan, şiddet gören bütün kadınlardı. Sen bütün kadınların ortak sesi oldun. Bu çok değerli bir şey…
Ama kolay olmadı. Kendi içimde çok gittim geldim. Dışarıdan bakmakla, içinde olmak hakikaten birbirinden çok farklı şeyler. Dolayısıyla, “Şikâyetçi olayım mı, olmayayım mı?” diye çok düşündüm. Ben özel hayatını, iş hayatımı çok fazla ailesiyle paylaşan biri değilim ama bu olayda kendimi çok yılgın ve neredeyse ölü gibi hissettiğim için anneme, babama anlattım. Daha doğrusu annem, sesimden bir tuhaflık olduğunu anladı ve birden çözülüverdim. Sonra babamla da konuştum. Çok düşkündür bana. Annem, babam, teyzem, hatta sonra anneanneme kadar bütün ailem öğrendi başıma gelenleri. Ve o andan itibaren bana çok destek oldular…
İzmir’de mi yaşıyorlar?
Evet. Sadece teyzem İtalya’da. Hepsi atlayıp geldi. Kuzenlerim Londra’dan geldiler. Tabii ki şikâyetçi olmam gerektiğini söylediler. Bir kadının arkasında ona sonuna kadar destek olan bir ailesinin olması çok büyük bir şans. Ben bugüne kadar kimseden şiddet-middet görmedim. Ailemden bir fiske bile yemedim. Son derece medeni insanlar. Çevremde de böyle şeyler yaşandığını görmedim, bilmiyorum… Telefonda anlattığım için beni görene kadar olayın boyutunu tam anlayamadılar. Sonra tabii beni görünce bunun itme, tokat gibi bir şeyden ibaret olmadığını anladılar. Annem eczacı, önce o atladı geldi, teyzem de İtalya’dan geldi, o da doktor. Vücudum perişan haldeydi. Tabii şok oldular beni öyle görünce. Babam biraz daha geç gelsin istedim, beni öyle görmesin diye…
Yani dayağın izleri sadece kollarında değil, bütün vücudunda mıydı?
Evet. Ve başına gelenleri anlatırken tekrar tekrar yaşıyorsun… Kendini çok kötü hissediyorsun, ruhun yırtılıyor… Gururun da çok inciniyor. Ama ben, kendimi mağdur olarak kabul etmedim. Utanacağım bir şey yapmadım. Dayak yemiş olmak benim utanmamı gerektiren bir şey değil, utanması gereken ben değilim… Öyle vahşi bir şeymiş ki çok garip bir uyanış yaşıyorsun. Güya hepimiz dayağa karşıyız değil mi? Duyarlı insanlarız. Ben de öyleydim, hatta bir sanatçı olarak daha da duyarlıyım zannediyordum. Ama biz o kurduğumuz cümlelerin “özne”si değiliz ya, dolayısıyla bize hep üçüncü sayfa haberi gibi geliyor, hep başkasının başına gelirmiş gibi geliyor. Ben bizzat yaşadım, 45 dakika dayak yedim. Korkunç bir şey! Tabii ki çok sarstı beni. Hâlâ kendime gelemedim, toparlayamadım kendimi. Sokağa bile çok çıkmıyorum…
Annen seni o halde görünce ne yaptı, ne dedi?
Ağzından çıkan laf: “Bu asla kabul edilemez!” oldu. Ve ben aslında ailemin desteğini de alabildiğim için belki bu kadar cesur olabildim. Çünkü duygudan duyguya sürükleniyorsunuz. Garip bir vicdan da yapıyorsunuz. Çünkü biz bu dayak hadisesinden 5 dakika evvel aslında canım cicim’dik. Evlenmeyi, çocuk yapmayı konuşuyorduk. O yüzden ardından olanlar çok kırıcı. Zaten derin bir kırgınlık da hissediyorum…
Peki hem dayak yemek, hem de olayın akabinde şikâyetçi olduktan sonra bir tartışmanın ortasında kalmak: “Sıla şiddet gördü mü, görmedi mi? Morluklar var mıydı, yok muydu? Ahmet kültablası attı mı kafasına, atmadı mı? Şiddete uğradıktan sonra şarkı söyleyip eğlendi mi, eğlenmedi mi? Adli Tıp rapor verdi mi, vermedi mi?” Bütün bu manipülasyonların ortasında kalmak insanı nasıl etkiliyor? Bir sürü bilgi kirliliği ve çarpıtma var. Ne hissediyor insan?
Zifiri karanlık bir odada böyle bir köşeye sinmiş biri gibi hissediyor insan kendini! Bu kadarını tahmin etmedim açıkçası. Hiç kimse edemez. Biz güvenmek isteriz karşımızdakine. Ben öyle bir insanım. Şaştım kaldım. Dolayısıyla, “Yok artık, daha neler söylenecek, yazılıp çizilecek!” gibi bir noktaya geldim. Bütün bunlar da şiddetin başka bir türü. Bitmiyor şiddet yani. Şiddet de demeyelim ya, dayak bu… Bence bu böyle söylenmeli. Kadına şiddet, erkeğe şiddet, hayvana şiddet falan değil, dayak bu! Ve bu, dünyanın en insafsızca ve vicdansızca şeyi… Bir tek konuda kendimi çok şanslı hissediyorum, o kadar çok dostum varmış ki. O kadar çok sırtımı sıvazlayacak insanım varmış ki. Başıma gelenlere kadınlar delirdi tamam, ama aynı zamanda erkekler de kızdı. Ne kadar medeni insan varmış etrafımda. Bu da beni çok mutlu etti…
DAYAĞI DESTEKLEMEK DİYE BİR ŞEY OLAMAZ!
Türkiye her konuda olduğu gibi bu konuda da ikiye bölündü, “Sılacılar” ve “Kuralcılar” olarak… Bununla ilgili ne düşündün?
Bu, yanlış bir bölünme. “Dayağı desteklemek” diye bir şey olamaz, olmamalı. Bu tip şeyleri duyduğum zaman, “O da demek ki karısını, sevgilisini dövüyor!” diye düşündüm. Ve oradan demek ki kendini aklamaya çalışıyor. Başka hiçbir açıklaması olamaz. Hiç kimse dayağı ya da herhangi bir şiddeti savunamaz. Bu sadece erkeğin kadını dövmesiyle ilgili değil, çocuğa şiddet, hayvana şiddet, hepsi için geçerli. Bir kere gayrı medeni, gayrı ahlaki ve gayri insanı… Hepimiz bu anlayışla mücadele etmeliyiz!