‘Şimdilik Bu Kadar’ çıktı… Emine Uşaklıgil ve Serra Yılmaz aynı kitapta


Kahkahalar içinde yapıldı bu röportaj. İki müthiş kadın, iki eski dost…

Pek çok benzerlikleri var. İkisi de çok dilli. Bu çok dillilik, hayatlarına farklı boyutlar katmış. İkisi de dünya vatandaşı. İkisi de çok renkli. İkisinin de eski İstanbul üzerine çok güzel anıları var. “Biz bu kitabı yapmaya özellikle kendi gençliğimizdeki İstanbul’u hatırlamak için başladık. İstanbul eskisi gibi değil. İstanbulluların soyu da neredeyse tükendi!” diyorlar. Emine Uşaklıgil’in ‘Bir Şehri Yok Etmek’ isimli bir kitabı da var. ‘Şimdilik Bu Kadar’da İstanbul’u, ailelerini, o zamanki özgür yaşam tarzını anlatıyorlar. Tabii ki aşk, evlilikler ve hayata dair tespitleri de var. Kolay okunan, güzel bir kitap. Semih Tuğrul’ın kızıyla, Halit Ziya Uşaklıgil ve Yunus Nadi’nin torununun yazdığı kitap okunur haliyle. Çok tatlı ve alçakgönüllülerdi, fotoğraflar çekilirken de çok eğlendik.

İkinizin de hayatı roman kahramanları gibi. Birbirinden renkli, hareketli ve heyecan verici. Nerede, nasıl tanıştınız?

Serra: O kadar eski arkadaşız ki, ikimiz de ilk nerede tanıştığımızı hatırlamıyoruz bile…

Emine: Ama hep çok iyi arkadaştık ve hep çok iyi anlaştık…

Serra’nın hangi özelliği sizi etkiliyor?

Emine: O kadar çok ki! Hangi birini sayayım? Bir kere çok renkli. Tiyatrocu, sinemacı, yönetmen, aşçı, tercüman… Çok yönlü. Ama sanırım beni en çok etkileyen espri anlayışımızın benzen olması. Birlikte çok gülüyoruz…

Serra: Seneler evvel, bir gün Beyoğlu’nda karşılaştık. Benim bankada işim vardı. Birlikte bankaya girdik, o kadar çok gülüyorduk ki, neredeyse bizi bankadan kovacaklardı! Güvenlik görevlisi kötü kötü bakmaya başladı. Pek çok şeyle dalga geçebiliyoruz, en çok da kendimizle…

Emine: Biri sürü ortak dilimiz var sonra…

Serra: Evet. Bazen bir dilden, diğerine atlayarak iletişim kuruyoruz. Ben Türkçe’den sonra en rahat Fransızca’dayım, Emine’nin de Fransızcası mükemmel…

Emine: Zaten dil konusunda da beraber çok çalıştık.

Serra: İkimiz de simültane tercümanız aynı zamanda. Emine’nin en çok hoşuma giden özelliği ise, sorunlara, her zaman iyimser yaklaşması. Benim “İyi mi olacak acaba?” türünden endişelerim olur. O ise hep pozitiftir, “Dur bakalım, şimdi onu şöyle yaparız, bunu böyle” der ve üst üste bir sürü şeyin çözümünü sıralar.

Bu kitabı yaparken eğlendiniz mi peki?

Serra: Hem çok eğlendik hem çok yemek yedik! Aslında yapıp yediğimiz yemekleri de kaydedecektik ama beceremedik. Genelde Emine bana geliyordu, yakın oturuyoruz zaten. Ben de yemek pişiriyordum. Her sohbetimizde bize ayrı bir yemek eşlik etti…

Ne kadar sürdü kitabı oluşturmak?

Emine: Neredeyse 2 yıl. Serra’yı yakalamak kolay değildi çünkü, çok yoğundu.

İkiniz de İstanbul’un eski halini biliyorsunuz. Kitapta da anlatıyorsunuz. Moda’da, Florya’da denize girmeler, baleler, folklorlar, eskrimler, özgür kızlar dönemi… Eski İstanbul’a ne oldu, o İstanbullular nerede?

Serra: Biz İstanbul’u yok ettik! Büyük bir fütursuzlukla yok etmeye de devam ediyoruz! İstanbul’a yapılan çok büyük haksızlıklar var…

Emine: Hem de nasıl! Yetmezmiş gibi şimdi bu son yıllarda ekonomi de inşaat üzerine kuruldu. Sonunda bu yüksek binaların çoğu hayalete dönecek, içinde yaşanmayacak ve yavaş yavaş çürüyecek! Bilimkurgu filmleri gibi. Havaalanına giderken sağınıza solunuza bakın. Bitip bitmeyeceği bilinmeyen tonlarca inşaat var…

Serra: Ne kadar satılacağı da meçhul. Ama zaten bütün bunların intikamını deprem alacak! Biliyorsunuz bu şehirde bir deprem bekleniyor. O beton binalar yıkılacak, pek çok insan da yok olup gidecek. Ah biz gençken, Boğaz’ın tepeleri nasıl güzeldi. Şimdi bakıyorsun, tıraşlanmış, her yer gri, her yer beton.

SERRA: ESKRİM BANA ZAMANLAMAYI ÖĞRETTİ!

Eskrim size ne öğretti?

Serra: Eskrime gençken İstanbul’da başladım. Çok güzel bir ortamdı. Eskrim müsabakaları için Türkiye’yi dolaştık, o yolculuklar o dostluklar ben de çok güzel anılar bıraktı. Eskrim, insana zamanlama öğretiyor. Hangi anda kılıcı uzatacaksınız, tiyatroda da hangi anda lafınızı söyleyeceksiniz. Fransızların “Takotak” dedikleri şey, yani “pat pat” lafların oturması… Tabii bir de vücudumla rahat olmayı öğretti. Ve esneklik sağladı. Ben spor yapmaya hâlâ devam ediyorum. 35 yıldır bir jimnastik hocam var: Adı Sevinç. Haftada birkaç kere onunla çalışırım. Floransa’da da bir hocam var. Onun adı da Salvatore. Oradaki kurtarıcı, buradaki hayat sevinci!

EMİNE: AT BİNMEK, BAŞKA CANLIYLA İLETİŞİMİ KURABİLMEYİ ÖĞRETTİ

Peki size at binmek neler öğretti?

Emine: Reflekslerimi kontrol edebilmeyi. Düşmeyi ama kendini koruyarak düşmeyi. Bedenime hakim olabilmeyi. Bir başka canlıyla iletişim kurmayı. Onunla beraber güzel bir şeyler yapabilmeyi, kısacası takım oyununu öğretti.

HAFIZA, İŞİNE GELMEYENLERİ UNUTUYOR

Biriniz hatırlayan, biriniz iyileşmek için unutansınız. Serra, gerçekten bir yaşında bile giydiğiniz kıyafeti hatırlıyor musunuz?

Serra: Evet. O evi de hatırlıyorum, perdeleri de… O perdeleri yemiştim de bir gün. Evet, hafızam çok güçlü. Ama bu demek değil ki, iyileşmek için unutmuyorum. Ben de unutuyorum…

Serra: Bence bize iyi gelmeyen şeyleri muhtemelen hepimiz unutuyoruz.

Emine: Hafıza seçici. İşine gelmeyen şeyleri unutuyor.

HALİT ZİYA UŞAKLIGİL’İN TORUNU BÖYLE Mİ TÜRKÇE KONUŞUR?!

Emine Hanım, Halit Ziya Uşaklıgil ve Yunus Nadi’nin torun olduğunuz için, size bakan herkes onları da mı görüyor?

Emine: Alıştım ben bu duruma. Ben Türkiye’de doğmadım, Fransız mektebine gittim. Hep Türkçe konuşabiliyordum ama telaffuzum biraz Fransızca’ya çalıyordu. “Kimlerdensin?” diye sorulduğunda söylemeyi pek sevmezdim. Ama onlar bir süre sonra keşfederlerdi. Öğrenediklerinde de, “Yok artık Halit Ziya Uşaklıgil’in torunu Türkçe’yi aksanla konuşması ne korkunç!” Hele ki öbür taraftan Yunus Nadi’yi duyduklarında iyice mahvolurlardı! “Bu iki efsaneden nasıl böyle bir torun çıkar!” diye hayret ederlerdi…

Peki bu soyadların ağırlığını taşımak zorunda kaldınız mı?

Emine: Hayır. Sonradan Türkçe’yi çok iyi öğrendiğim için ağırlık filan hissetmedim. Onlarla hep gurur duydum. Ama maalesef ikisini de tanıyamadım. Ben doğduktan hemen sonra vefat etmişler. Keşke tanıma şansım olsaydı. Halit Ziya, ablamı çok severmiş, kuzenimi de. Yunus Nadi de, çocukların eğitimine müthiş önem verirmiş. Böyle büyükbabalara sahibi olmak çok hoş bir şey olurdu. Ama işte olamadı…

ÇATAL BIÇAK KULLANMADAN KARPUZ YEMEK

Peki babanızla ilişkiniz nasıldı?

Emine: Babam çok çekti benden! Çünkü küçük yaştan itibaren siyasete meraklıydım. Karşısına dikilip, ciddi ciddi sorular sorardım. O da cevap verirdi. Küçükken komünizmi çok merak ederdim, hiç tepki göstermezdi, saatlerce sohbet ederdi benim. Ciddi şeyler konuşuyorduk biz baba-kız.

Siz öyle değilmişsiniz ama… Kitapta anlattığınız babanızla azma sahneleri çok eğlenceli! Çatal, bıçak kullanmadan karpuz yeme, evi batırma anneyi deli etme halleri…

Serra: Evet, öyleydik biz! Babam Semih Tuğrul’u az görüyordum ben. Hep çalışıyordu. Ama bana zaman ayırdığında tam ayırırdı. O zaman tüm gün benimle oynardı. Çatal bıçak kullanmadan karpuz yeme de en sevdiğimiz oyunlardan biriydi. Babamın benimle böyle bir suç ortaklığı durumu vardı…

Siz de kendi kızınızla bunu benzer yoğunlukta bir ilişki kurdunuz mu?

Serra: Kurdum ama netice de baba-kız ilişkisi, anne- kız ilişkisinden çok farklı. Kızlar, babalarına çok düşkün oluyorlar. Babalarını kendi hayatlarında hep kahraman gibi görme eğiliminde oluyorlar. Oysa, anne- kızlar boğuşuyorlar bir yaştan itibaren. Ama o boğuşma aynı zamanda sevgi dolu bir boğuşma. Bir yandan da, ben,, taşınması biraz zor bir anneyim. Kız, boşuna Avustralyalara gitmiyor!

Bir star hep stardır ya, anne olsa da… Öyle misiniz?

Serra: Yoo hayır, ben bir antistarım! Anladım ne demek istediğinizi. Ama benim kızım da, benim gibi güçlü. Maşallah inadım inat, benim altımda ezilecek bir karakter değil yani!

FRANSA’DA KALACAKTIM TÜRKİYE’YE Mİ DÖNECEKTİM?

Siz Türkiye’de yaşama kararını nasıl aldınız? Ve bu sizi ne kadar zorladı…

Emine: Ben hiç Türkiye’de yaşamamıştım. Tüm eğitimimi Fransa’da tamamladım ve Paris’te siyasal bilgileri bitirdim. İşte o zaman bir karar vermem gerekiyordu: Orada mı kalacaktım, yoksa Türkiye’yi deneyecek miydim? Denemeden hiçbir zaman rahat etmeyeceğime karar verdim. Ve geldim… O gün, bu gün buradayım. Evet, ilk başlarda zorlandım. Çünkü Türkiye’de yaşama tecrübem yoktu, hiç arkadaşım da yoktu. Annem ve babam da biraz tuhaftı. Beni akrabalarımla filan tanıştırmadılar. Ben yılda en az 3 akraba bulup, gidip tanışıyordum. Onların öyle bir şeyleri vardı, Emine nasıl olsa kendiliğinden çözer diye. Annem ve babam pek sosyal değillerdi. Neticede o cepheden hiç destek almamış olmama rağmen, kendi çevremi oluşturdum…

BAKANIN TAKMA DİŞLERİ BABAMI GÖREVİNDEN ETTİ

Kitapta babanızın yaşadığı bir takma diş skandalı var ki, evlere şenlik… Anlatır mısınız?

Emine: Hala benim için esrarengizliğini koruyan bir olay! Feridun Cemal Erkin, dönemin Dış İşleri Bakanı. Babam da Fransa Büyük Elçisi. Erken, Paris’a geliyor, elçilikte kalıyor. Sonra gidiyor. Giderken de takma dişlerini unutuyor. Babam da buluyor, demek ki getirip gösteriyorlar, o da “İğrenç bir şey! Atın bunları!” diyorlar. Babamın talimatıyla takma dişler atılıyor.

Komik bir hikaye bu…

Emine: Ama sonu komik bitmiyor! Takma diş çöpe gidiyor. Ama Dışişleri’nden mesaj geliyor: “Bakanın takma dişlerini gönderin!” diyor. Onun üzerine babam sert bir cevap veriyor. Yanındakiler, “Aman efendim böyle demesek!” filan diyor, yumuşatmaya çalışıyor.

Ne diyor babanız?

Emine: “Attım o pis şeyleri!” demiyor ama benzeri bir şey söylüyor! Neticede Feridun Cemal Erkin kuduruyor ve babamı görevden alıyor! Ve bunu babama değil, Fransız hükümetine bildiriyor! Babam 62 yaşında emekli oluyor. Komik olan şu, o arada hükümet düşüyor. Tabii bakan da… Muhtemelen bu sadece bir takma diş meselesi değildi, altında başka bir şey vardı. Ama babam bize söylemedi.

MANEVİ AİLEM MİLANİLER!

Tek çocuksunuz ama aynı zamanda Milani Ailesinin manevi kızı’ydınız… Nasıl oldu?

Serra: Milani Ailesi, Cihangir’de komşumuzdu. 7 çocuklu bir aileydiler ama en büyük 2 kardeş Floransa’da üniversiteye başlamıştı. İstanbul’a taşındıklarında yanlarında 5 çocuk vardı. Müthiş eğlenceli bir aile. Anneleri pencereden sesleniyor. “Sofraya” diye bağırıyor. Her köşeden bir çocuk çıkıyor, koşarak eve gidiyor. Bu da annemle babam yeni ayrılmıştı. O kalabalık ve hengame çok hoşuma gitti. Hurrraaa, ben de onlarla birlikte sızdım aileye! Ve hala o aile bağı devam ediyor. Her sene Noel buluşması yaptık, yıllarca. Her sene eylül ayında da aile buluşması yapıyoruz. Toscana’da ev kiralıyoruz.

Büyük aşklar da yaşadınız. Levend Yılmaz’la, Hür Yumer’le… Kitaptan anlıyor ki, büyük acılar da yaşanmış. Levend Yılmaz Ziverbey Köşkü’nde işkence görmüş. Bu durum sizi ne kadar etkiledi?

Serra: Ben Levend’i tanıdığımda zaten bu olay olup bitmişti. Ve Levend ‘Sabotaj’ oyununda oynuyordu. Bence o oyunun yazılması ve oynanması bile bir tedaviydi. Tabii o dönem farklı bir dönemdi, siyasi ideallerinin çok canlı olduğu bir dönem. Levend benim hayatımda hala çok sevdiğim ve saydığım biri. Onunla birbirimize bir tek kötü laf bile etmedik. Hâlâ buluşur, yemek yeriz. İlişkim hiçbir zaman bozulmadı. Çünkü şöyle düşünüyorum ben. İnsanlar birbirlerine âşık oluyorlar. Birbirlerini arzu ediyorlar. Birlikte yaşıyorlar. Sonra bir aşamada, bazen o arzu yok olabiliyor. İşin aşki tarafı körelebiliyor. Ayrılmak zaten iki tarafa da acı veren bir şey. Ben Levend’ten ayrıldığımda, öyle şen şakrak ayrılmadım. Hemen hemen bir yıl boyunca müthiş üzüntülü uyandım. Dolayısıyla ona olan sevgim ve saygımda hiçbir bir eksilme yok. Aynı şekilde mesela babam öldüğünde de, annem gelip bize haber verdi ve dedi ki “Evli olsaydık da daha fazla üzülmezdim!” Yani ayrılmış olması bir şeyi değiştirmiyor. Onlar da çocukluktan birbirlerini tanıyorlar. Onların da ilişkisi hiçbir zaman kötü olmadı. Babam boşanmayı talep ettiği andan itibaren, annem ananeme, babam hakkında konuşma yasağı getirdi. Çünkü ananem, babamı sevmiyordu ve sürekli birtakım laflar ederdi. O nedenle de yasağı getirdi. Hakikaten ananem de buna uydu, hiçbir zaman benim yanımda babamı kötüleyecek bir laf etmedi…

Peki ya Hür Yumer? Onun da babasıyla mı sorunları vardı?

Serra: Babası beni hiç beğenmiyordu. Oğlundan yaşlı olduğumu düşünüyordu ve şişman olduğumu söylüyordu… Ama o, kendi oğlunu da hiç onaylamıyordu. Hür’ün zaten öyle bir sorunu oldu hep. Ve sonunda da intihar etti. Aile, böyle bir şey. Her zaman da, laylay lom bir şey değil, çok zarar da verebiliyor insana…

ÇOCUK SAHİBİ OLMAK İSTEMEDİM

Birkaç evlilik yaptınız ama çocuk yapmadınız. Özel bir sebebi var mı?

Emine: Mesleki hayatım çocuk yetiştirmeye ne kadar uygundu, ben hep düşündüm, istediğim şekilde bakabilecek miydim? Bir de aileden beğenmediğim, sevmediğim birinin tıpkısı çıksa ben ne yaparım diye de düşündüm. Ve hiçbir zaman anne olmak istemedim. Bunun pişmanlığını da hissetmedim…

CUMHURİYET’TE YAŞANANLAR BENİ DEHŞETE DÜŞÜRÜYOR!

Yurtdışından gelince Cumhuriyet’te çalışmaya başladınız. Önce muhasebede, sonra dış haberlerde, sonra araştırmacı gazeteci olarak… Evlenince ayrıldınız… Sonra tekrar döndünüz, sonra yine ayrıldınız. Bölünmelere tanık oldunuz. Şimdi Cumhuriyet’te yine bir bölünme yaşanıyor, ne hissediyorsunuz?

Emine: Dehşete kapılıyorum! Çok çok üzülüyorum. O daha önceki bölünmeler gazeteyi inanılmaz derecede sarstı. Kavga başlamadan önce 120 bin satan gazete, 50 binin üzerine bir türlü çıkamadı. Okur şaşkına döndü. Bir kere daha nasıl olabilir böyle bir şey! Hele böyle bir dönemde. Çok üzülüyorum. Tabii ki insan tamamen kopamıyor. Zaten kopmam için bir neden yok. İzliyorum ve içim kan ağlıyor. Genetiğin de bir sorun mu var bu gazetenin, sürekli kavgaların çıkması çok anlamsız…

Yorum Bırak