BİR iç sıkıntısı ki anlatamam… Sanki biri, kalbimin üzerine oturmuş gibi. Ben de öyle salak salak duruyorum, çaresiz. Acaba güneş tutulması mı iyi gelmedi? Merkür mü geri geri gidiyor ve cıvıttı yine? Yoksa yurttan ve dünyadan gelen felaket haberler mi? Çok tuhaf zamanlarda yaşamıyor muyuz? Size de öyle gelmiyor mu?
Doğal afetler, seller, depremler, fırlatılan nükleer füzeler, kalabalığın içine giren intihar kamyonları…
Her şey zıvanadan çıktı, seyrinden çıktı, çığırından çıktı…
Normal kalmadı, ölçü kalmadı…
Ve her şey o kadar hızlandı ki…
Aynı zaman diliminde birden fazla felaket üst üste…
Birini sindiremeden diğeri… Üst üste geliyor… Pespayelik, rezillik, kötülük, tecavüz, cinayet…
Daha birkaç gün önce Murat Başoğlu olayı vardı.
Zihnimizin sınırlarını zorlayan bir iğrençlikti. Ama artık, o da tarih oldu.
Hiçbir iyiliğin ya da kötülüğün ömrü uzun değil. Fonda ise her gün kadınların maruz kaldığı vahşet…
O hiç değişmiyor.
İyileşme yok, günden güne artıyor. Çünkü yasa koyucular, kalıcı bir çözüm bulmuyor, bulamıyor. Her mahkemeden başka bir ses çıkıyor. Caydırıcı cezalar verilmiyor. Kadın düşmanlığı her gün son sürat devam ediyor. Kadın ve çocuk katliamı da. Dedeler, amcalar, babalar, öğretmenler sapık kesilmiş. İstismar fışkıracak toprağı sıksan istismar…
Ve her şey hızlı, çok hızlı.
Şimdi Vatan Şaşmaz konuşuyoruz, birkaç güne o cinayet de yerini başka bir felaket haberine bırakır.
Yazılan yazılar, yapılan yorumlar, acımasızlık, insafsızlık, kötülük de had safhada. Ağzı olan konuşuyor, parmağı olan yazıyor. Yazıyor ve bir tuşla sosyal medyaya yolluyor. Kötülük, irin gibi oradan oraya bulaşıyor.
Ağzım açık kaldı Vatan Şaşmaz için yapılan yorumlara. Bu neyin öfkesi? Nefreti? Adam ölmüş ya. Yuh olsun ya. Sizin insanlığınız öldü mü ya. Enteresan olmak için mi abuk sabuk şeyler yazıyorlar. Herkes, biraz daha kendini gösterebilmenin, “Ben de, ben de…” demenin derdinde.
Yalan, sahte hayatlar.
Bence hastalandık.
Toplumca çıldırdık.
Kalbimizi kaybettik.
Vicdanımızı kaybettik.
TABİAT ANAYA SAYGI DUYMAYI ÖĞRENECEĞİZ
MUMBAİ’den havadis veriyorum:
Muson yağmurları cozutmuş durumda.
Deli yağıyor.
Ardı arkası kesilmiyor.
Ağaçlar yan yatmış halde. Feci bir rüzgâr da var. Deniz yükseldi. Güneyi kuzeye bağlayan köprü kapatıldı. İşyerleri tatil, çalışanlar evlerine hâlâ ulaşamıyor. Yollar sel oldu. Evleri su bastı. Bir sürü insan oldukları yerde mahsur.
Bizim kızımız da…
Biz evdeyiz.
Alya, okuldan eve ulaşmaya çalışıyordu okul otobüsüyle. Fakat yağmur artıp su seviyesi yükselince, okul servisi riske atmak istememiş, okula geri dönmüş.
Sakin olmaya çalışıyoruz.
Nasıl olsa yağmur bu, diner, gider çocuğumuzu alırız di mi?
Birazdan elektrikler de gidecekmiş, vay anam vay.
Tabiat anaya saygı duymayı öğreneceğiz…
Bakalım bizi nasıl bir gece bekliyor.
GÜLE GÜLE AYLA ABLA!
BÖYLE zamanlarda iyiliğe sarılmak istiyorum.
Şefkate, güzel kalplere. Gerçi şimdi yazacağım şey de hüzünlü. Ama ez azından içinde iyilik var. Mutlu Tönbekici, çok yakın zamanda kaybettiği kuzeni Ayla ablasının ardından bir yazı yazmış. Meğer vasiyetiymiş, “Senden önce ölürsem, köşende benim hakkımda bir şeyler yaz!” demiş. Mutlu da “Köprünün altından çok sular geçti, gazete de kalkmadı, köşe de…” deyip, Instagram’da paylaşmış.
Yazıyı sevdim, Mutlu’yu da severim, eminim Ayla ablasını tanısam, onu da severdim, madem burada bir köşe var, artık hayatta olmayan Ayla Abla’nın isteği olsun…
Ben senden önce ölürsem köşende beni yaz
“Tatlı kuzenim Ayla Ablamı kaybettim… Sülalemizin açık ara en güzel kadınıydı. Bakmaya doyamadığım bir güzelliği ve çekiciliği vardı. Fotoğrafta ciddi baktığına aldanmayın. Çok muzip, çok eğlenceli bir insandı. Üstelik burada güzelliği, kötü hastalık yüzünden biraz gölgeli. Ama o ağır ilaçlara rağmen yine de zarifti, hoştu…
10 yıldır kötü hastalıkla mücadele ediyordu. Anne tarafımın kötü genleri onda da vardı. Zaten anneme de benzerdi güzel yüzü. Kaderleri de bir oldu. 17 yıl arayla, aynı yaşta, aynı günlerde, aynı hastalık yüzünden öldüler.
Edebiyat öğretmeniydi. Okumayı severdi. Türkiye’nin her yerinde öğrenciler yetiştirdi. Ağrı, Ayvalık, İstanbul… Çok da sevilen bir öğretmendi. Cenazesinde öğrencileri de vardı. Hepsi hüngür hüngür ağlıyordu.
Eğlenmeyi, gülmeyi seven bir kadındı. Ayvalık’ta ufacık bir evi vardı. Biz leş kuzenler, ikide bir giderdik, başına çöreklenirdik. O ufacık evde 10 kişi yattığımız olurdu. Sabahlara kadar oturmalar, deli gibi içmeler, kahkahalar, danslar, sızmalar… Bir kere bile şikâyet ettiğini hatırlamıyorum. Bizden çok o eğlenirdi…
Yaptığı saçma şeyleri komik komik anlatması, tatlı kahkahası, yan yan gülmesi, hepsi gözümün önünde…
Ah be güzelim!
Ne işin var kara toprakta! Daha yapacak bir sürü dedikodumuz, içecek ne çok çayımız vardı… Bundan 6-7 yıl evvel, yine bir bayramda buluşmuştuk. Durduk yerde bana, “Sana vasiyetim olsun” demiştin, “Ben senden önce ölürsem köşende benim için yazı yaz!” Köprünün altında ne çok su aktı… Köşe de kalmadı, gazete de… Ama yine de sözüm söz… Instagram’da da olsa yazdım ablacım. Keşke yazmak zorunda kalmasaydım. Nur içinde yat…”