İnsanı kahreden bir hikâye
Bizim gazetede iki sütunluk haberdi.
Beni günlerce mahvetti.
O manzara gözümün önünden hiç gitmedi.
Peşine düştüm.
Yarım Kalan Hayatlar-4 için.
Bir yerlerden para bulup, o anneye iletmeliydim.
Çünkü herkesten çok onun ihtiyacı vardı.
O, bu Anneler Günü’nde en çok hatırlanması gereken insandı.
Ankara’da buldum onları.
Karacaören’deki TOKİ Konutları’nda.
Küçücük bir ev…
Kapıda karşılayan ocakbaşı ustası, mavi gözlü, üç gün önce işten çıkarılmış bir baba.
Yanında biri 15, biri 17 yaşında iki kız.
Ve aydınlık yüzlü, ikramda kusur etmeyen, aslında sevecen ama hayatı kaymış bir anne.
Kucağında ise, bebek desem değil, çocuk desem değil, minicik, ürkek bir oğlan çocuğu.
Kedi gibi.
Ne sesi çıkıyor ne soluğu.
Annesi, “Güzel oğlum, Uğur Can’ım” dediği zaman gülümsüyor sadece.
Gözler bazen bakıyor, bazen kayıyor.
Kafa da öyle, tutamıyor.
9 yaşında ama bir aylık bebek gibi.
O, doğum sırasında doktorun hatası, ihmali yüzünden böyle.
Uğur Can, sadece kucakta taşınabiliyor.
Yürüyemiyor, konuşamıyor, oturamıyor, yutkunamıyor, normal yemek yiyemiyor, burundan besleniyor. Annesi, her gün burnundan bir boru sokuyor. O, mamanın tadını bile bilmiyor, çünkü mama direkt midesine gidiyor.
Su da öyle…
Bu manzarayı gören birinin kahrolmaması mümkün değil.
Kimsenin size ne olduğunu anlatmasına gerek kalmadan ağlamaya başlıyorsunuz zaten.
Çöküyor, Uğur Can’ın hikâyesi, üzerinize çöküyor.
Ağır, çok ağır.
Aynı anda bir öfke de yükseliyor içinizden.
Bağırmak, bağırmak istiyorsunuz.
Burası Türkiye.
Uğur Can’ın hikâyesi tek değil.
İkbal Şen de, çocuğunun acısını içine gömen tek anne değil.
9 ay sağlıklı bir hamilelikten sonra, doğuma yakın sancıları tutuyor ama bir anormallik var, kuru bir sancı, bir türlü geçiremiyorlar, Etlik Doğumevin’de “Daha vakit var” diye başlarından savıyorlar.
Uzman doktor Nurettin Boran yok.
Nöbetçi ama yok.
Evine gitmiş, çünkü hafta sonu.
Başka bir doktor var, o da uzman değil.
Nurettin Boran, telefonla doğum yaptırıyor, 4 kilo 600 gramlık çocuk, normal doğumla dünyaya gelemeyince, “Sezaryene alınsın” talimatını telefonda çok geç veriyor.
Ve işte o arada Uğur Can’ın beyni oksijensiz kalıyor.
Felaket!
Aile, hastaneyi ve doktoru dava ediyor.
Bir sürü aşamadan sonra, mahkeme doktoru kusurlu buluyor, onu 250 bin, hastaneyi de 250 bin lira tazminata mahkûm ediyor.
Fakat daha bu ailenin çekeceği acı bitmiş değil!
Temyizi var, devletten o parayı almak için uğraşması var, doktorun malını mülkünü başkasının üzerine devretmesi var.
Onların elinde şu anda sadece Yarım Kalan Hayatlar-4 için Prima’nın gönderdiği 20 bin lira var.
Ola ki yardım etmek isterseniz İkbal Şen’in hesap numarası:
İKBAL ŞEN
ZİRAAT BANKASI
PURSAKLAR Şubesi /ANK
Sorgu No: 6148432 ŞUBE
Hesap No: 15183535
Sizi tanıyabilir miyiz?
– Adım İkbal Şen. 30 yaşındayım. 3 çocuğum var. Ankara’da yaşıyorum.
Nerede doğdunuz?
– Kırşehir, Kaman.
Ankara’ya ne zaman geldiniz?
– 89’da. İlköğretimin yarısını burada tamamladım, sonra zaten okula filan gitmedim. İlkokul mezunuyum. 15 yaşında evlendim. Eşimle arkadaş vesilesiyle tanıştım. Ama çok sevdim.
O zaman da kebapçı mıydı?
– Evet, ocakbaşı ustasıydı. Evliliğimizin birinci yılında kızımız (Çiğdem) dünyaya geldi. Sonra bir kızımız (Kezban) daha oldu. Her şey iyiydi. Gayet mutluyduk. Ve derken üçüncü kez hamile kaldım. Gebeliğim çok iyi geçti. 9 ay boyunca her ay kontrole gittim.
Nereye gidiyordunuz kontrole?
– Etlik Doğumevi’ne. Ne olduysa orada oldu.
Ne oldu?
– Doğumdan üç gün önce ağrılarım başladı, eşimle gittik. Dediler ki, “Doğumun yok, eve dön.” Ama nasıl bir ağrı. Duramıyorum. Ertesi gün yine gittik, yine eve yolladılar. İçimden de “Fakirliğin gözü kör olsun!” diyorum. Çünkü biliyorsunuz bu ülkede paran yoksa itilip kakılıyorsun. Daha önceki doğumlarım hep sorunsuzdu, neden bu kadar acı çektiğimi anlamadım.
E peki sormadınız mı?
– Kimsenin bizle ilgilendiği yok ki. “Doğum yok” diye başlarından savıyorlar. “Kadın kadın, hastaneyi meşgul etme” diyorlar, azarlıyorlar.
Size ne yapmalarını istiyorsunuz?
– Ağrımı hafifletmelerini. Sezaryene mi alacaklar, ne yapacaklarsa yapsınlar. Bu arada, bana bakan doktorun adı Yılmaz Güzar ama uzman değil. Uzman olan o gün nöbetçi olmasına rağmen hastanede değil. O genç doktor, “Açılma var doğumhaneye alın” dedi. Çıkarttılar. Hâlâ kuru sancı var. Şiş getirdiler bir tane, çocuğun suyunu patlatmak için, su boşaldı. “Sen bekleme odasında yat” dediler. O odada, ağrılar içinde, akşam 6’dan gece 01.00’e kadar doğumun başlamasını bekledim. Yatağa öyle canhıraş yapışmışım ki, serum kolumun içinde kırıldı, kan fışkırıyor, o an hemşire geldi, “Sen ne yapıyorsun?” dedi. Ben de zannettim ki, ilgi filan gösterecek, vah vah diyecek, ne arar, bir tokat attı, “Yüzüme hohlama!” dedi.
Ne münasebetle tokat atıyor?
– Serumu kırdım diye. Bir de yüzüne hohlamışım ya. Doktor tekrar geldi, kolumdan iğneyi çıkardı. Meğer tokadı yediğimde, bebeğin kalbini dinledikleri alet yere düşmüş. Hemşire, “Eşin kendini satsa bunu ödeyemez! Senin bu aletin kaç para olduğundan haberin var mı, niye insan gibi yatmıyorsun?” diye hakaretler etti. Ama o anda hakaret-makaret umurumda değil; “Beni öldürün şu ağrıdan kurtarın” diyordum.
Peki niye sezaryene almıyorlar?
– Uzman doktor Nurettin Boran yok çünkü hastanede. O söylemeden yapamıyorlar. Gecenin ikisinde nihayet telefonla talimat verdi. Ama işte, iş işten geçmişti. Bebeğim oksijensiz kalmış. Ben en son, “Anneyi kaybediyoruz, hemen sezaryene alıyoruz” dediklerini hatırlıyorum. Sonrası yok bende. Ertesi gün gözümü açtım, karnıma dokundum, bebek yok. Sonra beni odaya aldılar. 3 gün kirli çarşaflarda yattım, altım ıslak bir şeklide. Bebekten haber yok. Ama ben bir terslik olduğunu anladım. Telefonla talimat veren o doktor yüzünden Uğur Can özürlü doğdu.
Ne dediler size?
– Beyne oksijen gitmediği için epilepsi MRD hastası dediler. Ben tabii o zaman iyileşme ihtimalinin olmadığını bilmiyordum.
Peki Dr. Nurettin Boran niye gecikmiş sezaryen talimatını vermekte?
– Bizim gibileri insan yerine koymazlar ki. Teşrif etmeye gerek bile duymadı. Bebeğin kilosuna bakan da yok, 4 kilo 600 grammış, büyük bebek yani. Vakumla çekmeye çalışmışlar, olmayınca sezaryene karar vermişler. Ama gece 02.00’de…
Çok çok fena bu anlattıklarınız…
– Bu, hiçbir şey. Eşim başhekime gidiyor, “Her ay biz buraya kontrole geliyorduk, sağlıklı diyordunuz, şimdi eşim de oğlum da yoğun bakımda. Neler oluyor?” diyor. “Git başımdan. Seninle uğraşamam, git şikayetçi ol!” diyor. Bizi yaktılar. Allah da onları yaksın. Aynı hastanede benzer sorunlarla karşılaşmış iki hanım daha vardı.
Onlara ne oldu?
– Bir tanesinin çocuğu ölüyor, kese kağıdına koyuyorlar, babayla veriyorlar. Diğeri yaşıyor. Onların başına gelen de, haftasonu felaketi. Benim tabii “Uzman doktor gelsin de sezaryen mi yapacak ne yapacaksa yapsın!” diyecek halim yok, çünkü maddi gücüm yok.
Paran yoksa öl bu ülkede…
– Aynen öyle.
Dokuz yaşında ama bir aylık bebek gibi
Oğlunuzu aldınız eve geldiniz, neler oldu, nasıl geçirdiniz o dönemi?
– Önce ağızdan besleniyordu. Sıvı gıdalarla. Bir yaşına kadar da Eser Mama’yla. Biberon ememiyordu… Kaşıkla…. Sonra iki- üç yaş civarı sıvı şeylerle devam ettik, çorba, süt… 9 aya kadar göremedi. Beni hiç takip edemedi. Göz için muayeneye götürdüm. “Görebilir ama ancak renkli oyuncakları, ses çıkaran objeleri” dedi doktor. Denedim, gerçekten de gördü. İki yaş civarında beni takip etmeye, sonra işitmeye başladı. Ama diğer çocuklara göre çok gerideydi.
Peki şimdi durum nedir?
– Çok daha kötüledi, üst üste bir sürü nöbet geçirdi, ölümden döndü. Artık yemek yiyemiyor. İlaçla yaşıyor. Hiçbir vücut fonksiyonu yok. Konuşamıyor, yürüyemiyor, oturamıyor, kafasını tutamıyor. Şu anda ağız yolunu kullanamıyor, yutkunamıyor, burundan mideye hortum takılıyor, ben takıyorum.
Nasıl takıyorsunuz?
– Doktor gösterdi, öğrendim.
O rahatsız olmuyor mu?
– Hapşırıyor, öğürüyor ama yapıyoruz bir şekilde. Sonra ağız yolundan borunun mideye gidip gitmediğine bakıyorum.
Yemeklerin tadını da bilmiyor değil mi?
– Hayır. Biz de yemeğimizi hep gizli gizli yiyoruz. O odada olduğu zaman yemek yiyemiyoruz. Çünkü sadece bir mamayla duruyor, bize bakıp ağzını şapırdatıyor; “ver” diyor.
O ne yiyorsa sıvı hale mi getiriyorsunuz?
– Yok mamanın dışında birşey veremiyoruz, ciğerlerine gidiyor. Üzüldüğümüz için onun önünde yemiyoruz.
Su?
– Onu da burun yolundan veriyorum. Dudakları kuramasın diye ağzına sadece bir iki damla damlatıyorum. Meyve sularını da öyle… Bir aylık bebek gibi. Onlar nasıl yatıyorsa, o da öyle yatıyor. Uğur Can dediğimde, anlamsız sesler çıkarıyor, “Anne” demeye çalışıyor. Daha çok gözümüzle anlaşıyoruz. “Acıktın mı?” diyorum. “Hı hı” yapıyor, “Gezmeye gitmek istiyor musun?” diye soruyorum. Çok seviyor dışarıya çıkmayı!
Başka nelerden hoşlanıyor?
– Babasının onu havaya atmasına bayılıyor. Onunla ilgilenmemizi çok seviyor. Babasına çok düşkün. Kardeşlerini sevdiği zaman kıskanıyor. Devamlı onunla ilgilenmesini istiyor. “Baaaa” diyor, o baba demek. Ya da biz öyle yorumluyoruz. Onu güleç tutuyoruz. Her türlü olumsuzluğa rağmen bizim neşemiz o, evimizin prensi.
Başta bir umudunuz vardı değil mi?
– Tabii tabii, Adli Tıp’tan rapor gelene kadar, her yere başvurduk. “Burada bu doktor iyi, bu uzman iyi” diyorlardı oraya götürüyordum. Hani bir umut… Ama özellikle de geçen seneki nöbetten sonra yutkunma da bitti. Adli Tıp da yüzde 100 özürlü raporu verdi, hayat boyu bir başkasının bakımına muhtaç…
“Yaşamaması onun için daha iyi olur” diye düşündüğünüz oldu mu?
– Babasıyla bazen, “Allah ya iyileştirsin ya yanına alsın emanetini” diyoruz ama yine de onsuz olmayı düşünemiyoruz. Fakat şu da var, yarın bize bir şey olduğu zaman bu çocuğu kim bakacak, nasıl bakacak, şaşırdık kaldık.
Nasıl geçiyor bir gün?
– Uyandığında Uğur Can’ın maması, üstünün-altının değişmesi var, salya akıtıyor durduğu zaman, sürekli değiştirmek zorundayım.
Çişi, kakası?
– Tabii tabii hep bez kullanan çocuk… Onun işleri bittikten sonra, ev işine dönüyorum. Onu televizyonun önüne getiriyorum, çizgi film izler, ilahi dinler. Sürekli boynunu tutmak zorundayım, bırakıp gidemem. Düşer, yuvarlanıyor. Ben ya da büyük ablası hep yanında durmak zorundayız. Kucağıma alıyorum, arabasına bindirip dışarı çıkartıyorum. Günün tamamı Uğur Can’la geçiyor. Bazen ağlıyor, sabaha kadar uyuyamıyor. Neresinin ağrıdığını anlayamıyorum, “Dişim ağrıyor” bile diyemiyor, onun gönlünü nasıl yaparım diye düşünüyorum, hangi ilaçtan daha fayda gördüğünü de kestiremiyorum.
Sürekli kullandığı ilaçlar var mı?
– Var var. Tablet olanları eziyorum, mamasının içine katıyorum. Şurup gibi olanları da öyle.
Mamayı çok verip vermediğinizi nereden biliyorsunuz?
– Ölçüyle veriyorum, doktor 100 cc dediyse, 100 cc.
İstemediği olmuyor mu?
– Yok hayır. Ama bazen çıkartıyor.
“Bütün bunlar bizim başımıza neden geldi?” diyor musunuz?
– Demiyorum. Allahtan olduğunu düşünüyorum. Sadece söyleyeceğim şu: Bir sürü insan için “hava hoş gün boş” gibi bir şey var. Ama ben kanınızı donduracak şeyler yaşıyorum. İnsan bir evin içinde ne kadar kapalı kalabilir öyle değil mi, ben 9 yıldır o haldeyim, hapisim. Gittiğim tek yer hastane ve eczane. Benim açımdan soruyorsanız; ben yaşamıyorum.
En çok kime kızıyorsunuz?
– Dr. Nurettin Boran’a.
Görmek istediniz mi hiç onu?
– İstemedim. Ama o bizi görsün isterdim. Gayet güzel bir eser çıkarttı ortaya. Buyursun baksın. O güya bir hekim, 9 yıl oldu, insan bir telefon açıp geçmiş olsun demez mi?
AVUKAT SİBEL ÇELİK
Davayı kazandık ama sevinemiyoruz
Bu yaşananları siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
– Üst üste o kadar çok yanlış var ki burada. İkbal Hanım’ın hemşireden yediği tokat var mesela, doğurmakta olan bir kadına “Hohlama” deyip bir tane yüzüne vurmak, insanlığa sığar mı? Tabii hemen suç duyurusunda bulunduk. O hemşire kınama cezası aldı.
Bir de siz anlatın, neden İkbal Şen’i hemen sezaryene almıyorlar?
– Yetkili biri yok. Uzman doktor evde. Asistanlar da bu kararı tek başına veremiyorlar. Doktoru da hemen aramıyorlar. 4 kilo 600 gram ağırlığında bir çocuktan söz ediyoruz. Acilen sezaryene alınmalıydı. Gece 02.00’de uzman doktor, bir şeylerin ters gittiğinin farkına varıyor ama yine de hastaneye gelmiyor. Sadece telefonla söylüyor. Biz baştan beri hep Nurettin Boran’ın üzerine gittik. Ama mahkeme takipsizlik kararı verdi. Her hangi bir cezai işlem yapılmadı. Çünkü Savcı hastaneye soruyor; hastane de “Benim doktorum suçsuz” diyor. Doktora soruyor, “Ben orada bile değildim, nasıl suçlu olabilirim ki?” diyor. Tabii itiraz ettik, yine takipsizlik geldi. Biz de maddi-manevi tazminat davası açtık. Sorunun büyüklüğü 2009 yılında alınan Adli Tıp Raporu’yla ortaya çıktı. Gerçi o raporda da, asistan doktora yüklenildi. “Uzmanına zamanında haber verdi mi, vermedi mi” diye. Bence bu, sorgulanması gereken en son şey. Asistanın sorumluluğu ne? Uzmanın, işinin başında olması gerekirdi.
Peki sonra?
– “Bu çocuğun mamaya ihtiyacı var, bakıma ihtiyacı var, bunların hepsi para demek” mantığından yola çıkarak 2002’de tazminat davası açtık. Ama baba Zeki Şen’in maddi gücü yetmediği için ancak 15 bin liralık bir dava açabildik. Faiziyle bile tahsil edilse, hiçbir işe yaramayacaktı. 2007’de ek bir dava açtık, çocuğun değişen durumlarının göz önünde bulundurulmasını istedik ve ilk açtığımız dava ile birleştirdik. O arada Adli Tıp raporu geldi…
Tam olarak ne diyor rapor?
– Daha önce alınan raporları değerlendirmiş ve yorumlamışlar, hocalardan görüş almışlar. Sonuç beyne oksijen gitmemesi yüzünden çocuk bu halde. Ama doğum sırasında kaynaklanan bir şey mi, hastane hatası mı, annenin genetik yapısı mı, bunu karar vermek mümkün değilmiş. Yüzde 100 özürlü ve bütün bir ömür annenin ya da bir başkasının bakımına muhtaç. Ama bu işlerde doktor aleyhine rapor verildiği de duyulmamış.
Peki bu Adli Tıp’ın davanın reddine dönüşemez miydi?
– Kesinlikte dönüşebilirdi. Ama hakim davanın kabulüne karar verdi.
Ben yanlış anlamıyorum değil mi siz o doktoru ve Sağlık Bakanlığı’nı dava ediyorsunuz…
– Evet. Ama 13. Asliye Hukuk hakimi çok objektif davrandı. 500 bin lira tazminata karar verdi. Mahkeme kararı henüz kesinleşmedi. Kesinleşmesi demek o parayı tahsil edip, aileye vermemiz demek. Bu da kolay olmuyor maalesef bu ülkede. Davayı kazandık ama sevincini yaşayamıyoruz. Çünkü o paraya ulaşabilmemiz daha çoook zaman alacak.
İkbal Şen’in oğlu Uğur Can için yazdığı şiir
UĞURUM
UĞURUM
Bir gün soframa oturmasa da / Çıkıp sokakta oynamasa da / Yüreğim kan ağlasa da / Ben bir anneyim anne
Bir oyuncakla oynamasa da / Aldığım elbiseleri giymese de / Bana anne diyemese de / Ben bir anneyim anne
Yavrumun yerini hiçbir şey doldurmuyor / Ne yapsam da bana gülmüyor / O ağladıkça yüreğim kanıyor / Ben bir anneyim anne
Yaşıtları okula gidiyor / Onları gördükçe yüreğim yanıyor / Benim yavrum sessizce yatıyor / Ben bir anneyim anne
O yaşasın başka bir şey istemem / Saçının telini dünyaya değişmem / Karşılıksız severim menfaat beklemem/ Ben bir anneyim anne
Korkuyorum incelip de kırılacak diye / Ellerimden kayıp da gidecek diye / Bir gün gözlerini kapatacak diye / Ben bir anneyim anne
Evlat kimseye benzemez / Dünyayı verseler yerini tutmaz / Sevgisinde karşılık aranmaz / Ben bir anneyim anne