ZÜLFÜ LİVANELİ

Ölüm en büyük öğretmendir

Bugün, büyük ustanın birinci ölüm yıldönümü. Bir Yaşar Kemal geldi geçti bu dünyadan. Gerçi “Geçti” diyemeyeceğim çünkü Yaşar Kemal bu ülkenin mayasına, harcına, toprağına, akarsuyuna karışmış durumda. Zülfü Livaneli’nin dediği gibi, “O, kimliğimizin bir parçası artık!” Birkaç kuşağı etkilemiş olan kitapları, gençler tarafından da okunuyor, okunacak. Livaneli, 40 yıllık dostunun ardından bence çok etkileyici bir kitap yazdı: ‘Gözüyle Kartal Avlayan Yazar’. Sadece Çukurovalı büyük ustayı ve edebiyatı değil, hayatı ve sahici bir dostluğu da anlatıyor. Mutlaka okuyun…

ZULFU-LINAVELI-FK-5

Müthiş bir kitap bu… Türkiye adına teşekkür ederiz. Hepimize Yaşar Kemal’in ne kadar büyük olduğunu bir kere daha gösteriyorsunuz! Bu kitabı yazmaya ne zaman karar verdiniz?

– Aslında böyle bir kitap yazmaya niyetim yoktu ama okurlardan çok istek geldi. Altı ay kadar önce yazmaya başladım.

Birlikte çok şey yaşadınız… 40 yıl boyunca neredeyse her gün, edebiyatı ve hayatı konuştuğunuz bir dostunuz, sırdaşınızdı. Bu muhteşem Çukurovalının sizi en çok etkileyen özellikleri neydi?

– Coşkusu, neşesi, dost canlılığı, edebiyata duyduğu büyük tutku, insanın onurlu bir yaratık olduğuna inanması ve hemen herkese geçen enerjisi. Jack London, “Herkesin içinde bir yaşam mayası kabarır ama bazılarında daha fazla kabarır” der. Yaşar Kemal’deki yaşam mayası da işte öyle kabına sığamayıp, taşan bir mayaydı. Alıp sürüklerdi herkesi. Kişiliği de yapıtı kadar büyüktü desem, abartmış olmam…

ZULFU-LINAVELI-FK-3

En çok neyi özlüyorsunuz?

– Günlük sohbetlerimizi, fıkralarımızı, birlikte yaşadığımız olayları karikatürize ederek anlattığım zaman attığı kahkahaları, “Kurban olim bi daha anlat!’’ diye çocuk gibi ellerini çırpmasını, türkü söylememizi, yediğimiz her balığı “Öffff müthiş bir şey, hayatımda böyle bir şey yemedim!’’ diye övmesini, gördüğümüz her ağaca hayranlıkla bakıp ‘’Şuna bak. Hayatımda bu kadar güzel ağaç görmedim!’’ demesini, ertesi gün fikrini değiştirip ‘’Canım, pek de bir şeye benzemiyor’’ diye söylenmesini, Abidin Dino’nun, Güzincik Ana’nın (Güzin Dino) yanında çocuklaşmasını, bu ülkeye, bu halka duyduğu sarsılmaz inancı… Hangi birini sayayım?

Kitabın adı neden ‘Gözüyle Kartal Avlayan Yazar’?

– Her yazar, ucuz roman taktiklerine başvurmaktan kurtulup, Matisse’in son dönem çizimlerindeki gibi bir çocuk safiyetine ulaşmak ister. Aslında bütün sanat dalları için geçerli bu. İyi bir piyanist, tekniğini geliştirdikten sonra, artık tekniği düşünmeyip, yüreğiyle çalarsa virtüoz olur. Tolstoy, ‘Savaş ve Barış’taki ünlü av sahnesinde çok güzel anlatır bunu. Türkü söyleyen köylünün, ‘müzik yapmak’ diye bir kaygısı olmadığı için salt yürek olarak söylediğini, bu yüzden de ulaşılmaz olduğunu anlatır.

ZULFU-LINAVELI-FK-3

Siz de Yaşar Kemal’in bu mertebeye ulaştığını düşünüyorsunuz…

– Aynen öyle! Eski bir Japon hikâyesinde, ünlü bir ok-yay okulunun değerli bir hocası anlatılır. Bir zaman gelir, hoca, her şeyi bırakıp dağlarda inzivaya çekilir. Aradan yıllar geçer, modern dönemin öğrencileri bir efsane gibi adını duydukları hocanın ne yaptığını merak eder, dağlara çıkarak onu ararlar. Bulduklarında hoca, bir kayanın başında oturmuş, gökte süzülen kartalları izlemektedir. Ona kendi modern ok ve yaylarını gösterdiklerinde, hoca, “Bunlar da ne?” der. Çünkü unutmuştur. Çünkü o artık, araçları ortadan kaldırmış, gözüyle kartal avlamaya başlamıştır. İşte Yaşar Kemal de, eserlerinde saflığın bu yoğun etkisine ulaşmıştı.

Rus ataşe, Yaşar Kemal’i Nejat Eczacıbaşı zannedince

Yıllar evvel, Sovyetler Birliği ayaktayken, konsoloslukta bir davete gittik. İstanbul’a yeni atanmış bir Sovyet ataşesi, Yaşar Kemal’in yanına gelip övgüler yağdırmaya başladı. Fabrikalarından söz etti. Ortada bir yanlışlık olduğu belliydi. Bir süre sonra anlaşıldı ki, ataşe, Yaşar Kemal’i Nejat Eczacıbaşı sanıyor! Bunun üzerine o gür sesiyle, ‘’Millleeeet, gelin gelin!’’ diye herkesi başına topladı. Ataşenin kolunu bırakmadan, “Bu Sovyetler Birliği var ya, vallahi yakında batar!’’ dedi. ‘’Baksanıza, kapitalistle komünisti karıştırmaya başladı!’’ Zavallı ataşe, patlayan kahkahalara anlam vermeye çalışıyordu. Hep, “Nasıl da bildin Sovyetler’in batacağını” diye takıldım durdum Yaşar Abi’ye…

 

ZULFU-LINAVELI-FK-2

İKİ ADAM TEK GÖZLE YÜRÜYORDU

Bir gün Yaşar Kemal’le Âşık Veysel, İstiklal Caddesi’nde kol kola yürüyorlar. Yanlarından Sait Faik geçiyor. Sonra Sait Faik, Çiçek Pasajı’na gidip, ‘’Biraz önce çok acayip bir şey gördüm’’ diyor. “İki adam tek gözle yürüyordu.” Yaşar Abi bu olaya çok gülerdi!

Kültür çölünde bir nehirdi

Artık herkes neden vasat?

– Tüketim toplumu, insanı tek boyuta indirgedi de ondan: “Kazan ve harca, ye, tüket, al, al, al!” Bunları ne kadar çok yaparsan, o kadar başarılısın! Bu tohumların ekildiği bir toplumda Einstein çıkmasını mı bekliyorsunuz? Kurnazlık yaygın bizde, zekâ değil… Zeki insan kurnaz olamaz. Mesela Einstein, kuyruğa kaynak yapmayı filan bilemeyen bir hayat acemisi gibi yaşardı. e=mc’nin kaç para edeceği de hiç aklına gelmedi…

ZULFU-LINAVELI-FK-1

Yaşar Kemal, “kültür çölünde bir nehir” miydi?

– Öyleydi. Genelleme yanlışına düşmek istemem. Bu ülkede çok nitelikli insanlar da yaşıyor ama kültür konusunu önemseyen bir memleket değiliz. Çoğunluğun kafası, küçük kurnazlıklara, paraya, dedikoduya takılıyor. Milliyetçi ve dinci klişeler, düşünceyi geri plana itiyor. Metotlu düşünen insana pek az rastlanıyor. Oysa, insanı hayvandan ayıran en önemli iki özellik düşünme ve gülmedir. Bizde bu iki eylemi öven söz yok. Bugünkü Doğu-Batı mücadelesi, ‘’Düşünüyorum, o halde varım!’’ anlayışıyla ‘’Düşün düşün b..tur işin’’ anlayışı arasındaki kavgadır.

Türklerin en Kürt’üne Kürtlerin en Türk’üne

Sait Faik, Yaşar Kemal’e bir kitabını imzalarken ‘’Türklerin en Kürtü’ne, Kürtlerin en Türkü’ne’’ yazmış. İşte Yaşar Kemal’i bundan daha iyi anlatan bir cümle olabilir mi? Keşke bu ülkeyi yönetenler, Sait Faik aklına ve duyarlılığına erişebilseydi. O zaman bu kadar çocuğumuz ölmezdi.

 

ZULFU-LINAVELI-FK-6

YÜKSEK DAĞLARIN KIŞI ZORLU OLUR!

Karaciğer kanserinden vefat etti. Ve hastalığından haberi yoktu. Her şeyin bu kadar farkında olan, zeki birinden hastalığını niye sakladınız?

– Düş gücü bu kadar gelişmiş bir insana, kanser olduğunu söylemek çok zor. Yaşar Abi umutların adamıydı. “İnsanoğlu, umutsuzluktan umut yaratır!” derdi. Umutsuz yaşayamazdı o. Bu yüzden saklamayı tercih ettik.

Hayatta her şeyle yüzleşmiş biri, ölümle mi yüzleşmeyecekti?

– Yüzleşirdi ama… Ne bileyim kıyamadık herhalde. Bence her şeyin farkındaydı ama bilmiyor gibi yapıyordu. O kadar zeki bir insanın durumu sezmemesi pek mümkün görünmüyor. Belki de karşılıklı bir ‘hayat-ölüm oyunu’ oynadık.

Son dönemi için “Kolay olmadı!” diyorsunuz…

– Evet. Acıdan çok, hastane yatağında kablolarla, fişlerle, tansiyon aletleriyle, oksijene bağlı olarak yatmak zoruna gidiyordu. Hayatı böylesine coşkuyla yaşayan birinin ölümü de kolay olmuyor. “Yüksek dağların kışı zorlu olur!” derler. Ulu bir çınarın, çatır çatır yıkılışını gözünüzün önüne getirin. Yaşar Kemal de, sessizce silinip gitmedi bu dünyadan. Yiğitçe direndi ama Kul Himmet’in dediği gibi, “Bütün dünya senin olsa ne fayda!’’

Onun ölümünden ne öğrendiniz?

– “Ölüm, en büyük öğretmendir!” derler. İnsan, anasını-babasını toprağa verince, bir çeşit doğa düzeni avuntusuna kaptırmaya çalışıyor kendini. Ama arkadaşları gitmeye başlayınca, dünyanın, eşyanın, yaşadığımız hayatın, günlük rutinin anlamı değişiyor. Hırsların, başarı isteklerinin, çırpınmaların ne kadar boş olduğu balyoz gibi iniyor kafana! Ölüm düşüncelerin artıyor. Diline durup dururken, ‘’Bu dünya bir penceredir/ Her gelen baktı geçti’’ türküsü takılıyor. Ya da ‘’Dünya bir gölgeliktir’’ demeye başlıyorsun…

Siz aslında, her sanatçının arkasından yazılmasını isteyeceği kitabı yazmışsınız. Sizce, sizin arkanızdan bunu yazabilecek biri var mı?

– Bunu hiç düşünmedim. Nietzsche’nin dediği gibi; “Ben varken ölüm yok, ölüm varken ben yokum!” Yazan olursa, “İnsaflı davransınlar” derim. Ne de olsa düzeltme imkânım kalmamış olacak!

ZULFU-LINAVELI-FK-8

Ayşe Semiha’yla evlenmesi için ısrar eden benim

Hayatı, Tilda’yla geçiyor… Nasıl bir aşk, bağlılık ve sevgi onlarınki?

– 50 yıllık bir evlilik, arkadaşlık, yoldaşlık ve mücadele. Sıkıyönetim hapishanesindeyken sürüp giden bir dayanışma. Kitaplarını İngilizceye Tilda çeviriyordu.

Tilda, onun hayatını mı yaşadı?

– Kaçınılmaz olarak evet. Nâzım Hikmet gibi, Yaşar Kemal de çevresindeki herkesi sürükleyip götüren bir rüzgâra sahipti. Her şey onun çevresinde dönerdi. Ama o kadar yıl birbirine geçmiş bir şekilde yaşadıktan sonra Tilda ölünce, deyim yerindeyse Yaşar Kemal yıkıldı. İnsanın 50 yılını birlikte geçirdiği birini kaybetmesi, bir anlamda kendi ölümü demek! Yaşar Abi de Tilda’dan sonra bir ara yaşamaktan vazgeçti diyebilirim.

Yaşar Kemal tamamen yıkılmıştı da, Ayşe Semiha Hanım onu hayata mı döndürdü?

– Evet. Ayşe Semiha, Yaşar Abi’ye olağanüstü bir sevgiyle, saygıyla, şefkatle yaklaştı ve yaralarını sardı. Yaşar Abi, Ayşe’de sevdayı, dostluğu, dayanışmayı buldu. Bir an önce evlenmeleri için ısrar eden de benim.

Nobel, Yaşar Kemal’in umurunda değildi!

Buyurun Zülfü Livaneli’yle Yaşar Kemal üzerine yaptığım röportajın ikinci bölümü…

Kadirli’nin köyünde yetişen biri, kendi deyişiyle bir “köylü”, nasıl Türkçeyi bu kadar güzel kullanıyor, kelimelerin komutanı, efendisi oluyor?

Tam da bu yüzden işte! Çukurova’da yetiştiği için Karacaoğlan’ın, Dadaloğlu’nun dilini konuşurdu. İstanbul dilinin, yazarı kısıtladığını, Anadolu dilinin uçsuz bucaksız zenginliğine yaslanmak gerektiğini söylerdi. Hatta bu tezi, “Nâzım Hikmet hapiste halk dilini tanıdıktan sonra daha güzel şiirler yazdı!” savına kadar geliştirdi. Halk dili gerçekten büyüktür.

Okuyarak mı bu kadar gelişmiş?

Önce sözlü edebiyat bu coşkun enerjiyi beslemiş. Sonra Ramazanoğlu kitaplığında çalışırken, Türk ve dünya edebiyatını okumuş, bir de buna Arif ve Abidin Dino etkileri eklenince, mucize gibi bir sentez çıkmış ortaya…

Sizce niçin Nobel alamadı?

Dünyada onlarca iyi yazar var ama Nobel bir tek. Dolayısıyla herkese bir Nobel düşmüyor. Umberto Eco gibi pek çok iyi kalem, bu ödülü almadan ölüyor. Nâzım’a da vermediler mesela. Bu durum, Nobel komitesinin bu yazarları takdir etmediği, değerlerini bilmediği anlamına gelmiyor. Yaşar Kemal, İsveç’te de çok sayılan ve sevilen bir yazar. Hem Orhan’ın aldığı ödül, bir anlamda edebiyatımızın büyük isimlerine de verilmiş sayılır. Orhan bu kültürün, bu yazarların çocuğu değil mi?

Peki sizce almak umurumda mıydı?

Nobel’i mi? Yoo canım, değildi. Zaten Nobel olmadan da kendi halkından ve dünyadan yeteri kadar ödül almıştı.

ZULFU-LINAVELI-FK-444KISKANACAKSAN TOLSTOY’U KISKAN!

Önemli yazarlarımızdan biri, hem de Yaşar abinin yakın arkadaşı olan bir romancı, onun hakkında ileri geri konuşuyor, dedikodu yapıyor.

Yaşar abi de ilk karşılaşmalarında kafadan soruyor ona, ‘Niye benim hakkımda dedikodu yapıyorsun?’

O da açıkça, ‘Ne yapayım Yaşar!’ diyor, ‘Kıskanıyorum işte!’ Bu sözler üzerine Yaşar abi, ‘Niye beni kıskanıyorsun yahu?’ diyor arkadaşına.

‘Kıskanacaksan Tolstoy’u kıskan, Çehov’u kıskan.’”

ZULFU-LINAVELI-FK-333

ÖNYARGILARLA BAŞA ÇIKMAMIN YOLU MİZAH

Her sabah telefon açıp Yaşar abiye nasıl olduğunu sorardım.

Gülerek, ‘Türk’üm, doğruyum, çalışkanım’ derdi. Ben de onun şakasına, başka bir şakayla cevap verirdim.

‘O zaman ben de Kürt’üm, eğriyim, tembelim’ derdim. Kahkahaya boğulurduk. Önyargılarla başa çıkmanın bir yolu da mizah değil mi zaten?”

Yaşar Kemal ve MItterrand

Françoıs Mitterrand’ın Fransız televizyonunda yaptığı bir konuşmayı hatırlıyorum.

‘Ben hep okyanus kıyısında yaşamak istedim’ diyordu. ‘Ama politikacı olduğum için büyük kentlerde, dar sokaklarda oturmak zorunda kaldım.

Sadece Yaşar Kemal’in kitaplarını okuduğum zaman kendimi okyanus kıyısındaymış gibi hissedebiliyorum.’”

Yorum Bırak