PAZAR günü başlayan büyük usta Zülfü Livaneli röportajı bugün de devam ediyor. Biliyorsunuz, Zafer Köse sordu, Livaneli yanıtladı ve ortaya ‘Livaneli’nin Penceresinden’ isimli bir kitap çıktı. Ben de bu münasebetle röportaj yaptım. Ama insanın karşısında Zülfü Livaneli olunca sordukça soruyor, söyleşinin devamı bugüne kaldı. Yarın yeni konuklarla buluşmak üzere…
Siz hep tarihi referans alıyorsunuz. Yaptığınız analizlerin bir ayağı hep tarihte. Ben de soruyorum: Tarihi yorumlamak neden önemli? Sizin bunun için önerdiğiniz yöntem nedir?
Tarihi referans almak, entelektüel savrulmaları önler. Son dönem Türkiye’sinde olduğu gibi geçmişi unutup yalnızca bugünün içi boşaltılmış kavramlarıyla düşünen aydınların durumuna düşmezsiniz! Önerdiğim yönteme gelince, yine kitapta uzun uzun tartıştığımız konulardan biri bu. Ben tarihi yorumlamada Gadamer’in “yorum bilgisi yöntemi”ni öneriyorum. Çok kabaca özetleyeyim: Tarihte herhangi bir olayı o günün koşullarıyla, zihniyet dünyasıyla yorumlamak, ilk kaynağa gitmek, bu bilgiyi sürekli göz önünde tutmak çok önemli. Tarih, bugünün bilgisi ve zihniyetiyle yorumlanmaz. Mesela Osmanlı’da “kardeş katli”ni bugünün bilgisi ve değer yargılarıyla yorumlarsanız, Kara Murat’ı canlandıran aktöre kol saati taktıran yönetmenden farkınız kalmaz!
Peki iktidarların ve toplumun tarihle ilişki kurma biçimine ne diyeceksiniz?
E sorunlu. İktidarlar, tarihi işlerine geleni çekip alacakları bir havuz gibi görürler. Kendilerini ayakta tutacak, meşruiyetlerini sağlayacak kahramanlık hikâyeleri, dış düşmanlar söylemi vs tarihten bolca devşirirler. Bu anlamda, her iktidarın, tarihle kurduğu ilişki biraz George Orwell’in “1984”ünde anlattığı iktidar-tarih ilişkisine benzer. İktidarlar, tarihi istedikleri zaman, istedikleri biçimde müdahale edebilecekleri bir bellek olarak görürler. Geçmişe dair neyi hatırlayıp hatırlamayacağımıza karar vermek, hepimizi bir hafıza kaybının eşiğinde tutmak isterler. Çünkü iktidarın bekası için toplumun unutkan olması şarttır!
Türkiye’de entelektüellerin, akademisyenlerin bugün geldikleri nokta konusunda söyledikleriniz de çarpıcı. Düşünce insanlarının unvan fetişizmine ve şova meyilli olmalarına dikkat çekiyorsunuz…
Demin de söylediğim gibi, televizyonun ve sosyal medyanın her şeyi şova dönüştürme yeteneği bu. Entelektüellerden ve akademisyenlerden reytingi arttıracak bir performans isteniyor. Televizyon stüdyoları kahvehane ortamından farklı değil. Uzmanlar, bilirkişiler, kanaat önderleri her gün oturup aynı konularda neredeyse aynı sözcükleri sarf ediyorlar ve milyonlarca insan büyülenmişçesine ekranın karşısına geçiyor. Hep söylüyorum: Gerçek düşüncenin ve liyakatin olduğu yerde unvanlara gerek duyulmaz. Mesela Prof. Dr. Michel Foucault, Nietzche, Kant yoktur. Onlara adlarının önünde bir unvan olmadan saygı duyulur. Foucault’yu televizyona çıkarıp “Şu Derrida ile bir kavga et de reytingimiz artsın!” diyemez kimse. Düşüncenin akademi koridorlarından televizyon stüdyolarına taşınması çağın trajedilerinden biri ne yazık ki.
Son dönemde de arttı mı sizce?
E tabii. Giderek de artacak. Hatta artık fikir beyan etmek için uzmanlığa bile ihtiyaç duymayacağız. Çıkıkçı ya da üfürükçünün tıpçının yerine geçmesi gibi gerçek uzmanların yerini alacak kişiler çıkacak. Halihazırda da var zaten.
Niye böyle oldu peki? Bunun tarihsel olarak düşünceyle kurduğumuz ilişkiyle bir ilgisi var mı?
Elbette, çok ilgisi var. Düşünceyi önemsemiyorsanız, onu bir şova, eğlence aracına dönüştürmeniz de zor olmaz değil mi?
‘NE OLACAK BU AYDINIMIZIN İKBAL VE İKTİDAR SEVDASI?’
Son 30 yılın bilançosu ve entelektüellerimizin iktidarla kurdukları ilişki göz önüne alındığında, sizin kendi duruşunuzu hiç bozmadığınızı görüyoruz. Hiçbir zaman yanardöner olmadınız! Ama son dönemde savrulmalar, kırılıp dökülmeler çok fazla. Eskiden aydınlar, “Ne olacak bu memleketin hali?” diye sorarlardı, şimdi “Ne olacak bu aydınların hali?” diye soruluyor. Niye, ne değişti?
Evet, entelektüellerimiz çok değişti. Klasik entelektüel tanımı değişti. Eskinin iktidarlardan bağımsız, muhalif, sürgünü ve yalnızlığı göze alan entelektüeli, bugünün düşünce kuruluşlarında konumlanan kanaat önderine dönüştü. Hal böyle olunca entelektüellerde, aydınlarda iktidara bağlanma arzusu ve eğilimi artıyor. Bu yüzden hep birlikte sormaya başladık, “Ne olacak bu aydınımızın ikbal ve iktidar sevdası?” diye…
Ama tarihteki tökezlemelere ve bugünün karamsar tablosuna rağmen kitabınızı umutla bitiriyorsunuz. “Umut” tam olarak nerede?
En baştaki soruya verdiğim cevapta da söyledim. İç karartıcı bozkır manzarasına dikkatle bakarsanız, umudu görürsünüz. Çoğunluğa değil, kaliteye bakmak gerekiyor. Tarihi bilenler, dev dalgaların durulacağını, fırtınaların bir gün dineceğini, geminin yoluna devam edeceğini bilirler. Tarihten gelen bir bilgidir bu… Bu iyimserlik mi? Geminin batma ihtimali yok mu? Elbette ama zaten umut da geminin batmasını önleyecek potansiyelin açığa çıkartılması değil midir? Pasif bir umut boş bir iyimserlik olur; oysa gerçek umut, geminin batmasını önleyecek direnci ortaya çıkarmaktır. Entelektüelin, vicdan sahibi insanların görevi de budur.